17 Haziran 2010 Perşembe

Distopya

Diyorum ya fantastik, bilim kurgu favori alanım diye, bu alanın da bir numarası ve en eskisi ütopyalar. Ütopya kelime olarak aslında olmayan, tasarlanmış ideal toplum ve devlet şekli anlamına gelir. E ideal bir toplum ve devletten daha fantastik ne olabilir ki J

Ütopyaların bir çeşidi de distopya olarak adlandırılan olumsuz ütopyalar. Totaliter ve baskıcı toplumları anlatan bu ütopyalar okuduğumda veya izlediğimde bende hep korku uyandırmıştır. Hiç durdurulamayacak, yıllardan beri süregelmiş ve kimsenin sorgulamadığı bu düzenlerin içinde, hikayede elbet bir başkaldıran olur. Sen de onunla beraber isyan eder, kaçış yolu ararsın. Bazen Cesur Yeni Dünya’da olduğu gibi bir kişinin isyanı hiçbirşeyi değiştirmez, bazen de V for Vendetta’da olduğu gibi tüm bir ulusun V’yi takip etmesiyle sonuçlanabilir. Ama her türlü okuyanı, izleyeni heyecanlandırır. Kendi günlük hayatımızda göze alamadığımız ufak başkaldırıların, isyanların intikamını alırız biz de belki onlarla.

Dikkatli bakan gözün kaçırmayacağı birşey daha vardır. Distopyalar okuyanı korkutur, ‘Ya olursa?’ sorusunu o kadar çok sorarsın ki, kendi kendine olmaması için gerekçeler bulmaya başlarsın. ‘Demokrasi var, böyle totaliter bir rejime geçilemez’ dersin, ‘insanlar artık daha bilinçli herşeye boyun eğmezler’ dersin. Ama birçok distopyada insanlar kendilerini bilerek ve isteyerek bu rejimin içine sokmuşlardır. Cesur Yeni Dünya’da mesela, uzun yıllar boyu süren savaşlardan bıkan insanlar kendilerini bilim adamlarına emanet ederler ve onların kuracağı düzene uyacaklarını söylerler. Kullanılan telkin yöntemleri, insan ilişkilerinin gidişhatı, gözlemleme teknikleri hergün daha da yaklaşan ve artık gerçekleşmesi hiç de güç olmayan durumları hatırlatıyor.

Benim için ilginç olan bir nokta da bu romanların yazılış tarihleri. Ütopya kelimesinin kullanımı Thomas More’un Ütopya’sını yazmasından sonra yaygınlaşıyor. Onun öncesinde yazılmış olanları da var tabi, Platon’un Devlet’i gibi, ama o tarihlerde çok sık değiller. Olumlu ve olumsuz, en çok bilinen ütopyaların yazıldığı tarihler şöyle:

Olumlu ütopyalar (Eutopya)

  • Ütopya , Thomas More– 1516
  • Güneş Ülkesi, Tommaso Campanelle – 1623
  • Yeni Atlantis, Francis Bacon – 1627



Olumsuz Ütopyalar (Distopya)

  • Erewhon, Samuel Butler – 1872
  • Demir Ökçe, Jack London – 1908
  • Cesur Yeni Dünya, Aldous Huxley – 1931
  • 1984, George Orwell – 1949
  • A Clockwork Orange, Anthony Burgess – 1962
  • V for Vendetta, Alan Moore – 1980’ler


*Resmin altındaki yazı 'In the grim darkness of the future, there is no paint, wallpaper, or vinyl siding. Obviously the first casualty of the Apocalypse is going to be the redecorating industry.'

Olumlu ütopyalar genelde Yeni Çağ’da yazılmış olmalarına rağmen olumsuzların tarihi ancak bir yüzyıldan öncesine kadar gidebiliyor. Aynı türden en çok bilinen eserlerin tarihlerinin birbirine bu kadar yakın olması sadece o anki sanatsal akımdan, yazarların birbirinden etkilenmesinden mi kaynaklanmıştır bilmiyorum, bu yorumu yapacak kadar sanat tarihi bilgisine sahip de değilim. Ama dünya savaşlarının yaşandığı, arkasından soğuk savaşın geldiği, dünyanın kutuplaştığı, aynı zamanda da teknolojik olarak hayal bile edilemeyen gelişmelerin yaşandığı bu dönemde distopyaların yazılması hiç de beklenmedik birşey değil. Bu durumda ütopyalara inancımızın bittiğini söyleyebilir miyiz? Gelecekten artık umutsuz olduğumuz için mi ütopyalar yerine distopyalar yazıldı son yüzyılda ?!

Yukarıdaki listeye bakınca çoğunu okudum ya da izledim. Sevmediğim yoktu içlerinde. 3 ütopik romanım da bir arkadaşımda kaldığını hatırladım, içim gitti. Orijinal İngilizce Peter Pan’im de onda L Kitap paylaşmak güzel de sonrasında geri almak lazım. Ütopik hikayelere geri döndüğüme göre demek ki en kısa zamanda A Clock Work Orange izlenecek, yıllar önce İzmir’e gelen vapur kitapçıdan alınmış Erewhon da meydana çıkarılacak J

Son olarak Almanya’dayken Cesur Yeni Dünya’yı okumuştum. Distopik romanların birçok ortak özelliğini en net şekilde yansıtanlardan biri bence o. Okuduktan sonra coşup yazmışım, yeri gelmişken buraya koymamak olmaz.

‘Huxley romanda Ford'dan sonra 600'lü yılların nasıl olacağını tahmin ediyor.Ford ise romanda bahsedilen ülkenin kurucusu. Dikkat çektiği en önemli noktalardan biri bence aşırı organizasyon. Çok sert savaşlar yaşamış bir toplumun bu olayları tekrar yaşamamak için kendini bilim adamlarının eline bırakmasıyla başlıyor herşey. Zaten romanın ana konusu da tamamen bilimle (ana olarak biyoloji ve psikolojiyle) yaratılmış bir toplum. Toplumun mutlu olması için gereken tek şeyin statükoyu korumak olduğuna karar veren bu bilim adamlarının bunu sağlamak için uyguladığı ana yöntemler şunlar:


Kast Sistemi: Toplum alfa, beta, gama, delta ve epsilon olmak üzere sınıflara ve bu sınıflardan bazıları da kendi aralarında +,- gibi alt sınıflara ayrılıyor.

Genetik: Cinsel ilişki sonucu oluşma, anne karnında büyüme, doğma gibi olaylardan hiçbiri yaşanmıyor ve insanlar tarafından bilinmiyor. Bebekler şişelerde geliştiriliyor ve hangi kast sınıfına ait olacaklarsa onun gerektirdiği besin, mineral ve vitaminler veriliyor.

Manipülasyon: Huxley'in üstünde durduğu ana konulardan biri de bu. Kitapta bebekler dünyaya geldikleri andan itibaren uyurken dinledikleri telkinler sayesinde eğitiliyor, daha doğrusu istenilen kalıplara sokuluyor. Bu sayede her kast, neyi sevmesi, neyle mutlu, neyle mutsuz olması gerektiği konusunda manipüle ediliyor ve hayatı boyunca bunları sorgulama isteği duymuyor. Günümüz toplumunda bu şekilde olmasa da uyanıkken manipüle edilmediğimizi kim söyleyebilir ki, televizyonlar, sansürler, hatta eğitim sistemimiz, hep aynı kısıtlı bilgiyi aynı şekilde veren, bu işe yaramıyor mu ?!

Soma: Toplumu stabilize etmenin en gerekli koşullarından biri insanların aşırı duygulardan uzak durması; aşk, korku, heyecan, nefret, kin, öfke. İşte bunların hepsinin oluşmasını engellemek adına var soma. Bir nevi çağın tıbbi uyuşturucusu. Alışık olmadığın (manipülasyonla öğrenmediğin, ya da kötü olduğunu öğrendiğin) şeyler hissetmeye başladığında alıyorsun ve Huxley'in deyimiyle ufak bir tatilden sonra herşey geçiyor. 'a gram is better than a damn'

Bireysellik: Aşırı duyguları engellemenin bir diğer yolu da bireyselliği en aza indirmek. Bu yüzden romanda kişisel ilişkiler, nicel olarak en üst seviyede ama nitel olarak en alt seviyede tutuluyor. Kişiler hiç yalnız kalmıyor ve hep kalabalıklar içindeler. Toplumun en önemli öğretilerinden biri "herkes birbirine aittir - everyone belongs to everyone". Bunun için duygusal olarak kimse birbirine bağlanmıyor ve seks sadece aynı anda birden çok kişiyle oynanabilen bir oyun olarak görülüyor. Bebekler bir anne-babadan dünyaya gelmedikleri için aile kavramı yok. Bu kavramla ilgili herkese nefret ve utanç duyguları yüklenmiş durumda. anne lafını duyunca bile kendilerini kötü hissediyorlar.

Geçmişin Silinmesi: Kendi deyimleriyle kurucuları Ford'dan öncesini dikkate almayan Cesur Yeni Dünya yöneticileri bu tarihten önce yayınlanmış herşeyi yasaklıyor ve yok ediyorlar. Dini kitaplar ve Sheakspeare bunlardan sadece bazıları. Yöneticilerden Mustapha Mond Cesur Yeni Dünyada neden Othello okunamayacağını da şu sebeplerle açıklıyor:

  • Trajediler için sosyal dengesizlik gerekir ama toplum artık dengede,
  • İnsanlar mutlu çünkü istedikleri şeyleri elde ediyorlar ve elde edemeyecekleri şeyleri istemiyorlar,
  • Hakkında kuvvetli şeyler hissedecekleri sevgilileri, çocukları, anne babaları yok,
  • O kadar fazla koşullanmışlar ki isteselerde bunun dışına çıkamazlar.


Romanda enteresan noktalardan biri bahsi geçen şahısların tarihteki gerçek kişilerden esinlenmiş olmaları. Mustapha Mond, dünyanın ana kontrolörlerinden biri. Toplumun yaratıcıları arasında geçiyor. Huxley'in karakteri yaratırken Mustafa Kemal Atatürk'ten etkilendiği söyleniyor. Bunun sebebi olarak da Atatürk'ün Türkiye'yi batılılaştırma, modernleştirme çalışmaları gösteriliyor.


Romanda 2 toplum var. Biri aşırı organize olmuş cesur yeni dünya, diğeri de hiç organize olmamış ilkel insanların toplumu. Huxley bu ikisinin arasında olan ve gerçekten ütopik bir toplum da yaratsaymış bence süper olurmuş.

Huxley bu romandan sonra Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret adında bir kitap daha yazmış. Orada da romanın geçmişini, nasıl oluştuğunu, neleri dikkate aldığını ve kitabı bir daha yazacak olsa neleri değiştireceğini anlatıyor. İkisi de çok güzel, tavsiye edilir. '


30 Mayıs 2010 Pazar

Vampirler Kurtadamlara Karşı

Fantastik karakterler ve hikayeler konusundaki engin bilgi birikimimi burada paylaşmaya devam ediyorum. Peter Pan'den sonraki ikinci aydınlatıcı yazım: Vampiler vs. Kurtadamlar

Kurtadamlar, en çok bilinen 26 vampir hikayesinin-filminin 18'inde varlar.

Peki bu bağlantı nereden çıkmış?
Bizim popüler filmlerden bildiğimiz gibi hep düşman mıydılar yoksa aslında olay bambaşka mı?
Bu hikaye nasıl başladı?

Büyük ihtimal merak etmediğiniz soruların yanıtları işte burada :)



Kont Dracula efsanesi Bram Stoker'la 1897'de başlamış olsa da vampilerin ortaya çıkışı çok daha eskilere, hatta bazı edebiyat tarihçilerine göre tarih öncesi zamanlara dayanıyor. Tabi bu hikayelerin hepsi Doğu Avrupa kaynaklı; Bulgaristan, Romanya, Çek Cumhuriyeti, Yunanistan. Hatta bu edebiyatçıların bazıları "vampir" kelimesinin Türk dillerinden Tatarca'da cadı anlamına gelen "ubyr" kelimesinden geldiğini iddia ediyor. İlginç; kızılderililere kadar herkesin bizden olduğunu söylüyoruz ya, belki vampirler de aslında ilk Türkler'den çıkmıştır :)

Vampirlerin oluşumu genelde vampir yarasaların ısırmasıyla açıklansa da bu yarasalar vampirlerin kaynağı olan Orta Avrupa'da yaşamıyorlar bile. Sadece Orta Amerika'da yaşayan bu tipitip hayvanlar vampir hikayelerine anca 16. yüzyıldan sonra girmiş. Böylece vampirler yarasalara bağlanmış.

Olayın kurtadamlara bağlanması ise binbir yoldan olabilir.

Underworld başta olmak üzere bazı hikayelerde vampirlerle kurtadamların beraber yaratıldığı, iki türün de ilk atalarının biri yarasa diğeri bir kurt tarafından ısırılmış iki kardeş olduğu anlatılır.

Bu ısırılma hikayelerinden birinin kaynağı da kuduz hastalığı. İspanya'dan Dr. Juan Gómez-Alonso adında bir amcam, üşenmemiş benden beter araştırmış bu konuyu. Onun dediğine göre sarmısak ve ışığa duyarlılık, kuduzun belirtilerinden biri olan aşırıduyarlılık (hypersensitivity) yüzünden kaynaklanabilir. Kuduz aynı zamanda beynin bazı kısımlarını etkilemesi nedeniyle uyku düzeninin bozulması ya da aşırı seks isteği gibi sorunlara neden olabiliyor, ki bunlara vampirlerin dünyasından oldukça alışkınız. Efsanelere göre de eğer bir insan kuduz değilse kendi yansımasına bakabilir (vampirlerin yansıması olmaz). Kurtlar ve yarasalar da kuduzun yayılmasının başlıca sorumluları olarak görülürler. Bu da bizi kurtadam ve vampirlerin farklı hayvanlar tarafından ısırılmış kardeşler, kankalar, hemşeriler olan kuduzlar olabileceği sonucuna vardırabilir yine.

Ortaçağ Avrupasında kurtadam olduğu gerekçesiyle öldürülen kişilerin cesetleri, canlanıp vampire dönüşmesin diye yakılırmış. 19. yüzyılın sonlarına kadar Yunanlılar kurtadamların cesetlerinin, kurt veya sırtlan şeklinde vampirlere dönüşeceğine inanırlarmış. Bu vampirler savaş alanlarında gezer ve ölen askerlerin kanını emerlermiş. Benzer inanışlara göre Almanya, Polonya ve Fransa'nın bazı bölgelerinde ölümcül günah işlemiş kişiler, hayata kan içen kurtadamlar olarak geri dönermiş. Tüm bu hikayelerin asıl kaynağı olan Doğu Avrupa'da da kurtadamlar ve vampirler genelde birbirlerine bağlılar. Sırbıstan'da vampirler ve kurtadamlar Vulkodlak adı altında tek bir yaratık olarak bilinirler. Macar ve Balkan mitolojisine göre de çoğu kurtadam, kurt şekline bürünmüş vampir cadılardır, böylece dolunayda doğmuş erkeklerin kanını emip sağlıklı kalabilirler.

Velhasıl kelam, wikipedia, google ve çılgın forumlarda yaptığım araştırmalar göstermiştir ki kurtadamlar ve vampirler arasındaki savaş tamamen Hollywood'un uydurmasıdır. Mitolojik ve tarihsel açıdan bu iki yaratığın birbirine bağlandığı noktalar olsa da düşman olduklarını gösteren hiçbirşey yoktur. İşte bu da Hollywood'un bize açık açık verdiği mesajlardan biri; "Benimle hiç alakası olmayan şeyleri alır, öyle bir evirir çeviririm ki, aslında sizin olan şeyi toptan unutur, ben ne dersem ona inanırsınız". Kahrolsun Amerika, kahrolun Emperyalizm. Şaka şaka, bu yazıyı tamemen fantastik hikaye merakım, yarı-nerd kişiliğim ve boş zamanım dolayısıyla yazdım. Yoksa Hollywood filmlerine lafım yok, biz boş kafalı fanileri sanatsal Avrupa ve uzun bakışmalı Uzak Doğu filmlerinden kurtardıkları için teşekkürlerimi sunarım :)

Son bir not olarak favori vampir hikayem tabii ki Bram Stoker'ın Dracula'sıdır. Karakter zayıflıkları nedeniyle çok eleştirilse de Underworld serisini de severim. Alacakaranlık serisini ise zaten olağanüstü yaratıklar olan vampirlere geleceği görme, akıl okuma gibi daha da olağanüstü yetenekler kattıkları için sevmedim. Fantastik hikayeleri sevsem de klasikleri unutmama taraftarıyım.