4 Ekim 2014 Cumartesi

Tahmin

Pencerenin önünde oturmuş, dışarıyı izliyordu. Hızlıca akan zamanı, bugün dert etmesine gerek yoktu. Hem bu yağmurlu havada, yapabileceği çok birşey de yoktu. Televizyonda ilgisini çeken bir program olmadı. Klasik haftasonu magazinlerinden birini açtı.

Aşağıdan arada bir geçen şemsiyeler haricinde sokak boştu. Şemsiyelerin renginden ve şeklinden, altındaki insanları tahmin etmeye çalıştı. Siyah, geniş, yavaş ilerleyen şemsiyenin altında, oldukça yaşlı ama sağlam yapılı bir amca olmalıydı. Büyük ihtimal arka sokaktaki fırına gidiyordu, kahvaltılık birşeyler almaya. Yanyana iki şemsiyeyle kesişti amcanın yolu. Biri büyük, biri küçük, aynı desende iki pembe şemsiye, kaldırımda kenara çekilip büyük siyah şemsiyeye yol verdi.

Küçük şemsiyenin altından bir sırt çantası görünüyordu. Dersaneye ya da etüde gitmesini istemedi çocuğun. Mutlaka annesi onu havuza götürüyordu. Soğuk sokakta, katkat kıyafeti ile ıslanmaktan korunurken, birazdan mayosuyla ılık bir havuza atlayacaktı. Bonenin altındaki saçları hariç heryeri ıslanacaktı. Büyük pembe şemsiye, küçüğü beklerken, spor merkezinin karşısındaki kafede oturacaktı. Yeni aldığı dergilerini okurken, kahvesinin yanında, kızının önünde asla içmediği sigarasını tüttürecekti.

Sokağın ucundan leopar desenli bir şemsiye belirdi. Modanın vazgeçilmezi, kırk yaş üstü kadınların gözdesi o desen. Bir el ve sigaranın ufak ateşi beliriyordu arada şemsiyenin kenarından. Haftasonu kahvesine, liseden arkadaşlarına giden bir kokoş teyzeydi bu kesinlikle. Az sonra dönecek dedikoduları tahmin edebiliyordu. Lisede süklüm püklüm olan Ayşe kimbilir şimdi ne fettan olmuştu. Tüm kızların bayıldığı Kerim'in kafasında tek tel saç kalmamıştı, facebookta görmüştü. Eski arkadaşlardan bir grubu biraraya getirmeliydiler en yakın zamanda.

Kırmızı - lacivert ekose desenli bir şemsiye geldi sokağın aksi yönünden. Karşı apartmanın önünde biraz durdu. Galiba apartmanın adını kontrol etti. Kararlı adımlarla kapıya yürüdü ve şemsiyeyi kapattı. Yüksek topuklu botları, lacivert bol paça kotu, belinde biten kısa kırmızı ceketiyle çok şıktı kız. Bütün yağmur ve rüzgara rağmen, sarı, dalgalı saçları hala şekilli görünüyordu. Kendisi, şimdi dışarı çıkmış olsa saçları rüzgardan birbirine girer, şemsiyesi olmasına rağmen bir şekilde ıslanırdı. Kız buraya mutlaka arabayla gelmiş olmalıydı. Sadece apartmanın arkasından kapısına kadar yürüdüğünü düşündü. Ancak bu sayede saçları o kadar düzgün olabilirdi. Kapı açıldı, kız içeri girdi.


Sokağın ilerisinde, ana caddenin orada bir taksi durdu. Yolcusu inmekte hiç acele etmedi. Buğulu pencereden tam seçilmese de, eşyalarını topladığı görülebiliyordu. Kapı açıldı. Önce bir ayak çıktı dışarı. Kahverengi büyük botlar ve açık mavi bir kot. Bu yağmurda paçaları kesin çamur olacaktı. Sonra bir kol, bej rengi bir trençkot. Kesinlikle bu hava için çok yanlış kıyafetlerdi. Ve bordo, koyu ama canlı bir bordo şemsiye. Taksinin kapısını kapattı. Ceplerini düzeltirken yağmur yavaşlamaya başladı. Adam şanslı olmalı diye düşündü kız. Bordo şemsiye yavaşça ilerledi. Kararlı adımlarla, sağa sola dönmeden yoluna devam ediyordu. Nereye gideceğini biliyor olmalıydı. Komşu apartmanları bir bir geçti. Bu mevsimini şaşırmış bordo şemsiye ile ilgili kararsız kalmıştı kız. Bütün ciddiyeti, bir iş ziyaretine gittiğini gösteriyordu, ama bu tatil gününde ve hiçbir iş yerinin olmadığı bu sokakta ne işi olabilirdi ki? Belki de annesine gidiyordu. Ama öyleyse neden sokağın başında indi? Bilmez miydi annesinin evini? Neden yağmurda ıslansındı? Kız bunları düşünürken bordo şemsiye tam önüne gelmişti bile. Birden sağa döndü, bahçe kapısından içeri girdi, kapıya doğru ilerledi. Kız şemsiyenin kapandığını farketti ama sahibi seçilmeden saçağın altına girmişti bile. Keşke komşularımı daha iyi tanısaydım diye düşündü kız. Belki bu bordolunun nereye gittiğini tahmin edebilir, ve yağmurla beraber bu şapşal oyunu da bitirebilirdi. Kapı çaldı.

11 Eylül 2013 Çarşamba

Dertsiz Örtü

Buralarda yenisin sanırım. Kendimi tanıtayım. Ben Dertsiz Örtü. İki çocuklu, bol misafirli bir İstanbul ailesinin masa örtüsüyüm.

Sen galiba henüz sadece kadını gördün. Farkettiysen biraz zor biri. Ama seni buraya getirdiğine göre sevmiş olmalı. Adam ve çocuklar hafif umursamaz tipler. Kadının bize gösterdiği ilgiyi onlardan göremezsin. Ama tanıyınca inan seveceksin onları da. Bir buçuk senedir onlarla yaşıyorum. Hiçbir sorunumuz olmadı bu zamandır. Hoş, benim sorunum, derdim, tasam olmaz zaten genelde. Ama şu mutfakta bir grup var ki... Neyse, onları da tanıyacaksın zaten zamanı gelince. Hiç keyfimi bozamam şimdi.


Burada iyi ilişkiler kurman çok önemli. Doğru kişileri tanırsan hayatın çok rahat olabilir. Benim en yakın arkadaşım Nehale. Onunla hukukumuz çok eskilere, taaa paketimden çıktığım ilk güne dayanır.Koruyup kolladı beni o zamandan beri. Tencere ve çetesiyle aram çok iyi değil. Bozuşup duruyoruz. Allahtan arada o var. Yoksa yanmıştım şimdiye. Girmeyeceğim demiştim bu konuya, bak dayanamadım yine. Çay saati olmalı, çalışıyordur şimdi, döndüğünde tanıştırırım sizi. 

Şu kenarda, lavabonun yanında gördüğün Kesme Tahtası. Çok kafadır, herkesle iyi anlaşır. Yine de mesafeni koru bence. Bıçakla ikisinin sado-mazo bir ilişkisi var. Korkutucu olabiliyor bazen. 

Şanslı yerde başladın. Bu camlı dolap, mutfağın en stratejik noktası. Buradan olup biten herşeyi takip edebilirsin. Dışarıdaki aletler hiçbirşey duymadığımızı düşünürler. Ama davlumbaz deliğinden tüm sesler gelir buraya. 

Tencereyle Kapağı mesela. Yemek hazırlanıp, ocağa konduktan, tüm yayıntılar, bulaşıklar ortadan kalktıktan sonra, yalnız olduklarını düşünüp, fıkır fıkır kaynatırlar. İşte o zaman Kepçe, Musluk, Bulaşık Süngeri, tüm mutfak ahalisi hakkında ne var ne yoksa konuşurlar. Yine de her duyduğuna inanma derim ben. Hiç yoktan hikaye uydurdukları çok olmuştur.


Sol köşedekiler; Yağlık ve Sirkelik. İkisinin birbirinden ayrıldığı hiç görülmemiştir. Burada benden eskiler. Yine de hep ilk günleri gibi heyecanlı, kıpır kıpır, hareketliler. Her yemekte onlar da sofrada olur mutlaka. Adama sataşmaya bayılırlar. O kullanırken fazla dökülür, elinden kayar, içindekileri sıçratırlar. Hepsi de hoooop benim üstüme. Adam tabi kadına çaktırmamak için hemen Tuzluğa sarılır, üstüme boca eder. Genelde çok geç olur. Kadının gözünden kaçmaz. Yağlıkla Sirkeliğin adama inadına öyle davrandığını bilmez, sinirlenir. Bence her seferinde boşuna tartışıyorlar. "Alt tarafı yağ" der geçerim ben. Hele sirkeyse dökülen, hiç sorun yok. En fazlasından yıkanırım, çıkar zaten. Kadın her defasında endişelenir ama. Sever beni sağolsun...

Bir masa örtüsüne göre oldukça yaşlıyım aslında, bakma böyle göründüğüme. Ara sıra diğer aletler merak edip sırrımı sorarlar. Spor imkanım yok benim. Diyetim de bana bağlı değil, o gün yemekte ne varsa o. Soranlara sadece stresten uzak durun derim. Herşeyi kafana takarsan mutfak çürütür adamı. 


Hah, dolap açılıyor. Yemek zamanı gelmiş olmalı. Gidiyorum ben şimdi, ama çok değil iki saate geri gelirim. Ben dönene kadar tek başına idare edebilirsin değil mi?

31 Mart 2012 Cumartesi

Bahadır geldi aklıma yıllar sonra

Filler büyüleyici yaratıklar. Bu reklamı izleyince bunu tekrar hatırladım. "Bahadır"dı belki benim büyülenmemin ilk sebebi.

İzmir hayvanat bahçesi o zamanlar fuardaydı, yani şehir merkezinde. Yılda en az 2 kez ziyaret ederdik herhalde Pak Bahadır'ı. O, beton zeminde, sınırları demir dikenlerle çevrili bir alanda dolanır dururdu. Kim bilir kaç kez bastı o dikenlere, basmaması gerektiğini öğrenene kadar. Biz İzmirli'ler sevdik Bahadır'ı, hem de çok sevdik, parmaklıkların ardında olsa da.


O reklamdaki gibi yanında kimseyi göremedik, zekice numaralar yapmadı bize. Sadece parmaklıkların arasından hortumunu uzattı. Şanslı ve uzun kollu olanlarımız dokunabildi ona. Ben sanırım yetişemedim, hatırlamıyorum.

Herhalde Bahadır'ın yalnızlığından rahatsız oldular ki yıllar sonra Begümcan'ı getirdiler yanına. Hassas İzmirli'ilerin payı olabilir bu yalnızlığın bitmesinde. Nedense ben sevindiğimi hatırlamıyorum bu habere. Belki de içten içe birgün Bahadır'ı Asya'da Afrika'da bir ormana salmalarını beklediğim için.

Filler ölülerinin arkasından yas tutarmış. Ölen fili yapraklarla, dallarla örterek gömerler, başından ayrılmazlarmış. Ağıt yakar gibi sesler çıkarırlarmış. Begümcan da yas tutabildi mi acaba Bahadır'ın arkasından? Onu örtebilecek bir tane yaprağı, dalı olmadan...

17 Haziran 2010 Perşembe

Distopya

Diyorum ya fantastik, bilim kurgu favori alanım diye, bu alanın da bir numarası ve en eskisi ütopyalar. Ütopya kelime olarak aslında olmayan, tasarlanmış ideal toplum ve devlet şekli anlamına gelir. E ideal bir toplum ve devletten daha fantastik ne olabilir ki J

Ütopyaların bir çeşidi de distopya olarak adlandırılan olumsuz ütopyalar. Totaliter ve baskıcı toplumları anlatan bu ütopyalar okuduğumda veya izlediğimde bende hep korku uyandırmıştır. Hiç durdurulamayacak, yıllardan beri süregelmiş ve kimsenin sorgulamadığı bu düzenlerin içinde, hikayede elbet bir başkaldıran olur. Sen de onunla beraber isyan eder, kaçış yolu ararsın. Bazen Cesur Yeni Dünya’da olduğu gibi bir kişinin isyanı hiçbirşeyi değiştirmez, bazen de V for Vendetta’da olduğu gibi tüm bir ulusun V’yi takip etmesiyle sonuçlanabilir. Ama her türlü okuyanı, izleyeni heyecanlandırır. Kendi günlük hayatımızda göze alamadığımız ufak başkaldırıların, isyanların intikamını alırız biz de belki onlarla.

Dikkatli bakan gözün kaçırmayacağı birşey daha vardır. Distopyalar okuyanı korkutur, ‘Ya olursa?’ sorusunu o kadar çok sorarsın ki, kendi kendine olmaması için gerekçeler bulmaya başlarsın. ‘Demokrasi var, böyle totaliter bir rejime geçilemez’ dersin, ‘insanlar artık daha bilinçli herşeye boyun eğmezler’ dersin. Ama birçok distopyada insanlar kendilerini bilerek ve isteyerek bu rejimin içine sokmuşlardır. Cesur Yeni Dünya’da mesela, uzun yıllar boyu süren savaşlardan bıkan insanlar kendilerini bilim adamlarına emanet ederler ve onların kuracağı düzene uyacaklarını söylerler. Kullanılan telkin yöntemleri, insan ilişkilerinin gidişhatı, gözlemleme teknikleri hergün daha da yaklaşan ve artık gerçekleşmesi hiç de güç olmayan durumları hatırlatıyor.

Benim için ilginç olan bir nokta da bu romanların yazılış tarihleri. Ütopya kelimesinin kullanımı Thomas More’un Ütopya’sını yazmasından sonra yaygınlaşıyor. Onun öncesinde yazılmış olanları da var tabi, Platon’un Devlet’i gibi, ama o tarihlerde çok sık değiller. Olumlu ve olumsuz, en çok bilinen ütopyaların yazıldığı tarihler şöyle:

Olumlu ütopyalar (Eutopya)

  • Ütopya , Thomas More– 1516
  • Güneş Ülkesi, Tommaso Campanelle – 1623
  • Yeni Atlantis, Francis Bacon – 1627



Olumsuz Ütopyalar (Distopya)

  • Erewhon, Samuel Butler – 1872
  • Demir Ökçe, Jack London – 1908
  • Cesur Yeni Dünya, Aldous Huxley – 1931
  • 1984, George Orwell – 1949
  • A Clockwork Orange, Anthony Burgess – 1962
  • V for Vendetta, Alan Moore – 1980’ler


*Resmin altındaki yazı 'In the grim darkness of the future, there is no paint, wallpaper, or vinyl siding. Obviously the first casualty of the Apocalypse is going to be the redecorating industry.'

Olumlu ütopyalar genelde Yeni Çağ’da yazılmış olmalarına rağmen olumsuzların tarihi ancak bir yüzyıldan öncesine kadar gidebiliyor. Aynı türden en çok bilinen eserlerin tarihlerinin birbirine bu kadar yakın olması sadece o anki sanatsal akımdan, yazarların birbirinden etkilenmesinden mi kaynaklanmıştır bilmiyorum, bu yorumu yapacak kadar sanat tarihi bilgisine sahip de değilim. Ama dünya savaşlarının yaşandığı, arkasından soğuk savaşın geldiği, dünyanın kutuplaştığı, aynı zamanda da teknolojik olarak hayal bile edilemeyen gelişmelerin yaşandığı bu dönemde distopyaların yazılması hiç de beklenmedik birşey değil. Bu durumda ütopyalara inancımızın bittiğini söyleyebilir miyiz? Gelecekten artık umutsuz olduğumuz için mi ütopyalar yerine distopyalar yazıldı son yüzyılda ?!

Yukarıdaki listeye bakınca çoğunu okudum ya da izledim. Sevmediğim yoktu içlerinde. 3 ütopik romanım da bir arkadaşımda kaldığını hatırladım, içim gitti. Orijinal İngilizce Peter Pan’im de onda L Kitap paylaşmak güzel de sonrasında geri almak lazım. Ütopik hikayelere geri döndüğüme göre demek ki en kısa zamanda A Clock Work Orange izlenecek, yıllar önce İzmir’e gelen vapur kitapçıdan alınmış Erewhon da meydana çıkarılacak J

Son olarak Almanya’dayken Cesur Yeni Dünya’yı okumuştum. Distopik romanların birçok ortak özelliğini en net şekilde yansıtanlardan biri bence o. Okuduktan sonra coşup yazmışım, yeri gelmişken buraya koymamak olmaz.

‘Huxley romanda Ford'dan sonra 600'lü yılların nasıl olacağını tahmin ediyor.Ford ise romanda bahsedilen ülkenin kurucusu. Dikkat çektiği en önemli noktalardan biri bence aşırı organizasyon. Çok sert savaşlar yaşamış bir toplumun bu olayları tekrar yaşamamak için kendini bilim adamlarının eline bırakmasıyla başlıyor herşey. Zaten romanın ana konusu da tamamen bilimle (ana olarak biyoloji ve psikolojiyle) yaratılmış bir toplum. Toplumun mutlu olması için gereken tek şeyin statükoyu korumak olduğuna karar veren bu bilim adamlarının bunu sağlamak için uyguladığı ana yöntemler şunlar:


Kast Sistemi: Toplum alfa, beta, gama, delta ve epsilon olmak üzere sınıflara ve bu sınıflardan bazıları da kendi aralarında +,- gibi alt sınıflara ayrılıyor.

Genetik: Cinsel ilişki sonucu oluşma, anne karnında büyüme, doğma gibi olaylardan hiçbiri yaşanmıyor ve insanlar tarafından bilinmiyor. Bebekler şişelerde geliştiriliyor ve hangi kast sınıfına ait olacaklarsa onun gerektirdiği besin, mineral ve vitaminler veriliyor.

Manipülasyon: Huxley'in üstünde durduğu ana konulardan biri de bu. Kitapta bebekler dünyaya geldikleri andan itibaren uyurken dinledikleri telkinler sayesinde eğitiliyor, daha doğrusu istenilen kalıplara sokuluyor. Bu sayede her kast, neyi sevmesi, neyle mutlu, neyle mutsuz olması gerektiği konusunda manipüle ediliyor ve hayatı boyunca bunları sorgulama isteği duymuyor. Günümüz toplumunda bu şekilde olmasa da uyanıkken manipüle edilmediğimizi kim söyleyebilir ki, televizyonlar, sansürler, hatta eğitim sistemimiz, hep aynı kısıtlı bilgiyi aynı şekilde veren, bu işe yaramıyor mu ?!

Soma: Toplumu stabilize etmenin en gerekli koşullarından biri insanların aşırı duygulardan uzak durması; aşk, korku, heyecan, nefret, kin, öfke. İşte bunların hepsinin oluşmasını engellemek adına var soma. Bir nevi çağın tıbbi uyuşturucusu. Alışık olmadığın (manipülasyonla öğrenmediğin, ya da kötü olduğunu öğrendiğin) şeyler hissetmeye başladığında alıyorsun ve Huxley'in deyimiyle ufak bir tatilden sonra herşey geçiyor. 'a gram is better than a damn'

Bireysellik: Aşırı duyguları engellemenin bir diğer yolu da bireyselliği en aza indirmek. Bu yüzden romanda kişisel ilişkiler, nicel olarak en üst seviyede ama nitel olarak en alt seviyede tutuluyor. Kişiler hiç yalnız kalmıyor ve hep kalabalıklar içindeler. Toplumun en önemli öğretilerinden biri "herkes birbirine aittir - everyone belongs to everyone". Bunun için duygusal olarak kimse birbirine bağlanmıyor ve seks sadece aynı anda birden çok kişiyle oynanabilen bir oyun olarak görülüyor. Bebekler bir anne-babadan dünyaya gelmedikleri için aile kavramı yok. Bu kavramla ilgili herkese nefret ve utanç duyguları yüklenmiş durumda. anne lafını duyunca bile kendilerini kötü hissediyorlar.

Geçmişin Silinmesi: Kendi deyimleriyle kurucuları Ford'dan öncesini dikkate almayan Cesur Yeni Dünya yöneticileri bu tarihten önce yayınlanmış herşeyi yasaklıyor ve yok ediyorlar. Dini kitaplar ve Sheakspeare bunlardan sadece bazıları. Yöneticilerden Mustapha Mond Cesur Yeni Dünyada neden Othello okunamayacağını da şu sebeplerle açıklıyor:

  • Trajediler için sosyal dengesizlik gerekir ama toplum artık dengede,
  • İnsanlar mutlu çünkü istedikleri şeyleri elde ediyorlar ve elde edemeyecekleri şeyleri istemiyorlar,
  • Hakkında kuvvetli şeyler hissedecekleri sevgilileri, çocukları, anne babaları yok,
  • O kadar fazla koşullanmışlar ki isteselerde bunun dışına çıkamazlar.


Romanda enteresan noktalardan biri bahsi geçen şahısların tarihteki gerçek kişilerden esinlenmiş olmaları. Mustapha Mond, dünyanın ana kontrolörlerinden biri. Toplumun yaratıcıları arasında geçiyor. Huxley'in karakteri yaratırken Mustafa Kemal Atatürk'ten etkilendiği söyleniyor. Bunun sebebi olarak da Atatürk'ün Türkiye'yi batılılaştırma, modernleştirme çalışmaları gösteriliyor.


Romanda 2 toplum var. Biri aşırı organize olmuş cesur yeni dünya, diğeri de hiç organize olmamış ilkel insanların toplumu. Huxley bu ikisinin arasında olan ve gerçekten ütopik bir toplum da yaratsaymış bence süper olurmuş.

Huxley bu romandan sonra Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret adında bir kitap daha yazmış. Orada da romanın geçmişini, nasıl oluştuğunu, neleri dikkate aldığını ve kitabı bir daha yazacak olsa neleri değiştireceğini anlatıyor. İkisi de çok güzel, tavsiye edilir. '


30 Mayıs 2010 Pazar

Vampirler Kurtadamlara Karşı

Fantastik karakterler ve hikayeler konusundaki engin bilgi birikimimi burada paylaşmaya devam ediyorum. Peter Pan'den sonraki ikinci aydınlatıcı yazım: Vampiler vs. Kurtadamlar

Kurtadamlar, en çok bilinen 26 vampir hikayesinin-filminin 18'inde varlar.

Peki bu bağlantı nereden çıkmış?
Bizim popüler filmlerden bildiğimiz gibi hep düşman mıydılar yoksa aslında olay bambaşka mı?
Bu hikaye nasıl başladı?

Büyük ihtimal merak etmediğiniz soruların yanıtları işte burada :)



Kont Dracula efsanesi Bram Stoker'la 1897'de başlamış olsa da vampilerin ortaya çıkışı çok daha eskilere, hatta bazı edebiyat tarihçilerine göre tarih öncesi zamanlara dayanıyor. Tabi bu hikayelerin hepsi Doğu Avrupa kaynaklı; Bulgaristan, Romanya, Çek Cumhuriyeti, Yunanistan. Hatta bu edebiyatçıların bazıları "vampir" kelimesinin Türk dillerinden Tatarca'da cadı anlamına gelen "ubyr" kelimesinden geldiğini iddia ediyor. İlginç; kızılderililere kadar herkesin bizden olduğunu söylüyoruz ya, belki vampirler de aslında ilk Türkler'den çıkmıştır :)

Vampirlerin oluşumu genelde vampir yarasaların ısırmasıyla açıklansa da bu yarasalar vampirlerin kaynağı olan Orta Avrupa'da yaşamıyorlar bile. Sadece Orta Amerika'da yaşayan bu tipitip hayvanlar vampir hikayelerine anca 16. yüzyıldan sonra girmiş. Böylece vampirler yarasalara bağlanmış.

Olayın kurtadamlara bağlanması ise binbir yoldan olabilir.

Underworld başta olmak üzere bazı hikayelerde vampirlerle kurtadamların beraber yaratıldığı, iki türün de ilk atalarının biri yarasa diğeri bir kurt tarafından ısırılmış iki kardeş olduğu anlatılır.

Bu ısırılma hikayelerinden birinin kaynağı da kuduz hastalığı. İspanya'dan Dr. Juan Gómez-Alonso adında bir amcam, üşenmemiş benden beter araştırmış bu konuyu. Onun dediğine göre sarmısak ve ışığa duyarlılık, kuduzun belirtilerinden biri olan aşırıduyarlılık (hypersensitivity) yüzünden kaynaklanabilir. Kuduz aynı zamanda beynin bazı kısımlarını etkilemesi nedeniyle uyku düzeninin bozulması ya da aşırı seks isteği gibi sorunlara neden olabiliyor, ki bunlara vampirlerin dünyasından oldukça alışkınız. Efsanelere göre de eğer bir insan kuduz değilse kendi yansımasına bakabilir (vampirlerin yansıması olmaz). Kurtlar ve yarasalar da kuduzun yayılmasının başlıca sorumluları olarak görülürler. Bu da bizi kurtadam ve vampirlerin farklı hayvanlar tarafından ısırılmış kardeşler, kankalar, hemşeriler olan kuduzlar olabileceği sonucuna vardırabilir yine.

Ortaçağ Avrupasında kurtadam olduğu gerekçesiyle öldürülen kişilerin cesetleri, canlanıp vampire dönüşmesin diye yakılırmış. 19. yüzyılın sonlarına kadar Yunanlılar kurtadamların cesetlerinin, kurt veya sırtlan şeklinde vampirlere dönüşeceğine inanırlarmış. Bu vampirler savaş alanlarında gezer ve ölen askerlerin kanını emerlermiş. Benzer inanışlara göre Almanya, Polonya ve Fransa'nın bazı bölgelerinde ölümcül günah işlemiş kişiler, hayata kan içen kurtadamlar olarak geri dönermiş. Tüm bu hikayelerin asıl kaynağı olan Doğu Avrupa'da da kurtadamlar ve vampirler genelde birbirlerine bağlılar. Sırbıstan'da vampirler ve kurtadamlar Vulkodlak adı altında tek bir yaratık olarak bilinirler. Macar ve Balkan mitolojisine göre de çoğu kurtadam, kurt şekline bürünmüş vampir cadılardır, böylece dolunayda doğmuş erkeklerin kanını emip sağlıklı kalabilirler.

Velhasıl kelam, wikipedia, google ve çılgın forumlarda yaptığım araştırmalar göstermiştir ki kurtadamlar ve vampirler arasındaki savaş tamamen Hollywood'un uydurmasıdır. Mitolojik ve tarihsel açıdan bu iki yaratığın birbirine bağlandığı noktalar olsa da düşman olduklarını gösteren hiçbirşey yoktur. İşte bu da Hollywood'un bize açık açık verdiği mesajlardan biri; "Benimle hiç alakası olmayan şeyleri alır, öyle bir evirir çeviririm ki, aslında sizin olan şeyi toptan unutur, ben ne dersem ona inanırsınız". Kahrolsun Amerika, kahrolun Emperyalizm. Şaka şaka, bu yazıyı tamemen fantastik hikaye merakım, yarı-nerd kişiliğim ve boş zamanım dolayısıyla yazdım. Yoksa Hollywood filmlerine lafım yok, biz boş kafalı fanileri sanatsal Avrupa ve uzun bakışmalı Uzak Doğu filmlerinden kurtardıkları için teşekkürlerimi sunarım :)

Son bir not olarak favori vampir hikayem tabii ki Bram Stoker'ın Dracula'sıdır. Karakter zayıflıkları nedeniyle çok eleştirilse de Underworld serisini de severim. Alacakaranlık serisini ise zaten olağanüstü yaratıklar olan vampirlere geleceği görme, akıl okuma gibi daha da olağanüstü yetenekler kattıkları için sevmedim. Fantastik hikayeleri sevsem de klasikleri unutmama taraftarıyım.

11 Kasım 2009 Çarşamba

This is it !!!



Sihir gibiydi. Gerçekten o şovu anlatabileceğim tek bir kelime olsaydı hiç düşünmeden sihirli derdim.

Michael Jackson fanatiği olan nesli 5-6 seneyle kaçırdım. Kendisinin hayranı değilim. Ya da değildim, her an olabilirim. Ve filme de tamamen tesadüf eseri gittim, takım aktivitesi. Yoksa aklımdan bile geçmiyordu.

Ama film, belki de belgesel demek daha doğru, başladığı andan itibaren büyüsüne kapıldım. Inanmak nasıl güçlü bir duygu tekrar anladım. Bir insan birseyi gerçekten hissederek yaparsa nasıl ilahlaşır, ölümsüz olur, gördüm. O konserin gerçeğini görebilecek imkanım ve bugünkü MJ bilgim olsa gidebilmek için elimden geleni yapardım.

Şarkılar, danslar, sahne, hazırlanan videolar, insanların bakışları, duruşları, duyguları, hepsi o kadar fazla ve o kadar gerçek ki. Aynı zamanda o kadar da olağanüstü. Ama o sahnede herşeyin gerçek olduğuna inanabilir insan. MJ gerçekten zombilerle dans edebilir, bir kepçe tarafından yutulabilir, görünmeyen bir ceketi yakabilir. Hersey sahnedeki MJ'la gerçek olabilir.

Iste bu yüzden, gördüğüm birçok fantastik filmden bile daha fantastik bir belgeseldi bu, daha doğrusu konser hazırlığı. Eğer gerçekleşseydi, en az önümüzdeki 20 yıl unutulmayıp konuşulacak bir konserin hazırlığı.

Insan bedeninin yapabileceklerini sınırsız gibi düşündüm o anda. Yapılan danslar ve MJ'in sesi. O yaratıcılık ve her konuya hakimiyet. Adam danslardan, ışığa, müzisyenlerin kareografisinden, arka plandaki videolara kadar herseyin peşinde, hepsine hakim. Ve o ne derse herkes katılıyor. Ama bu hayır diyemedikleri için değil, adamın söyledikleri doğru olduğu için.

Sahnede devleşmek diye birsey varsa işte bu aynen o. Filmi izlerken 51 yaşındaki, burnu düşmüş, incecik kalmış, o kısa boylu MJ benim için dünyadaki en karizmatik ve seksi adamdı, gerçekten :))

Film boyunca yüzümde sürekli bir gülümseme vardı. Hissettiğim şeyse derin bir hayranlık ve heyecan. O çalışmayı, inancı, güveni ve azmi takdir etmemek mümkün değil. Ve merak etmek, bir sonraki şov ne, bu konsepti bu şarkıya nasıl bu kadar iyi uydurabilmişler, bu adam bu yaşta bu hareketleri nasıl yapıyor vs. vs.

şu anda içimdeki gaz duygusunun ne kadar fazla olduğunu anlatamam. Herşeyi yapabilirim gibi geliyor. Çünkü o adamların sahnede mucize yarattıklarını gördüm.

2 saatlik, tam anlamıyla bir motivasyon filmiydi. Al bölümlerini, istediğin toplantıda motivasyon, takım çalışması, inanç, işine kendini verme, hakimiyet, yaratıcılık, liderlik, profesyonellik vs. vs. konulu eğitimde göster. Hala AIESEC'te olsam bir sonraki kongrenin konsepti belliydi, "This is it!"

Neden bu kadar etkilendim bilmiyorum. Belki de olağanüstü şeylerin gerçeğin bu kadar içinde var olabileceğini gösterdiği için. Harika ve sihirli 2 saat geçirdim. şimdi MJ'nin tüm şarkılarını indirip tahminen önümüzdeki 1 ay kesintisiz dinliycem. Rüyamda da MJ'la Iskoçya'da konser verdiğimi, hem dansçısı, hem gitaristi, hem vokali olmak olduğumu görmek istiyorum. ilgili makamlara duyurulur :)

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Kisa kisa 2

Kisa kisa yazma isini sevdim. Birbirinden alakasiz konulari yazmaya devam ediyorum :)

- Mellanycim gitti :( 2 ayri farewell yaptik kendisine. Cok eglendim, cok üzüldüm. Su stajin sana kattigi en önemli sey ne deseler Mellany derim yani, o derece sevdim kendisini :) Muhtelif mekanlarda Mojitolar icerek basladigim geceyi, Ladies Nightta bedava sampanya gazoz karisimi bi ickiden kac tane ictigimi hatirlamayacak derecede sarhos bitirdim. Uzun zamandir ofise aksamdan kalma gelmemistim. Beyoglunda icip, Emine Anada 1. kahvaltimizi yapip, 6da GM ofisinde pis battaniyelerimize sarinip yatip, 9da kalkmak ne rahatmis meger.

- Harry Potteri izledim ama pek sevmedim. Normalde kitabi yazildiktan sonra filmi cekilen eserleri severim. Yani film kismini da severim. Bi Yüzüklerin Efendisi olsun, Bridget Jones olsun, Peter Pan'in onlarca versyonu olsun hep sevmisimdir yani. Ama Harry Potter'da olmuyor bi türlü. Kitaptaki her detay bana cok önemli geliyo, e tabi bu da filmde görünmeyince olmuyor. Ama bu sefer ki baskaydi, daha kötüydü. Koskaca kitapta sanki sadece liseli ergenlerin ask hikayesi anlatilmis. Dumbledore'un yüzügü yok ederken cektikleri yok. Voldemort'u 1 kere görmedik, duymadik, filmin en kötü karakterini kassalar Draco yapicaklar. Bu bölümde Harry Snape'ten kuskulanip duruo, tüm kitap nerdeyse bunun üstüne kurulu anca 2-3 sahne var bunu anlayabildigimiz. Koskoca Dumbledore ölüyor anca bahcede yatarken görüyoruz onu, tüm sihir alemini yasa sokan biraraya getiren cenazesi yok. Tek sevdigim yani görsellikti. Bu teknik konularda uzman degilim ama bence baya etkileyiciydi görsel efektleri. 3 boyutlu izlesek süper olurdu diye düsündüren Quditch sahneleri (daha dogrusu tek 1 sahne) vardi. Ask hikayesi yapmislar yani guzelim kitabi.

Bu arada benim kadar gercekci bir insanin (ben öyle görüyorum kendimi, siz ne dersiniz bilemem) bu fantastik dünyayi nasil bu kadar sevebildigini anlamiyorum.

- Ice Age 3 cok güzeldi. Gülmedigimiz tek bir an hatirlamiyorum desem yeridir. Sid, favori karakterim, tüm sapsalligiyla ortadaydi yine. Kiz sincapsa tam bir kurnaz kadin havasindaydi. Ben cok sevdim :)

-Cumartesi gecesi ERASMUS partisine gittik. Adamlarin kaldigi ögrenci evinin alt kati evin kendi diskosu. Erasmus da böyle güzel bi ortam yani. Denemek lazimdi vaktinde ama kacirdik firsati.

-Gözünü sevdigim Akdeniz insani. Yok böyle bir iklim, böyle bir davranis bicimi baska yerde. Partide 2 Italyan kizla tanistim ve 2 günde Almanlarla 2 ayda katettigimiz yolu astik kendileriyle :) Eee tabi kan da cekiyo :) Süper vakit gecirdik.

- Dün yine müze gezilerimiz devam etti. Landesmuseum'a gittik bu sefer. Birbirinden alakasiz birsürü sergi vardi. Bir kisminda baliklar ve böcekler vardi, canli canli tabi. Süper akvaryumlar yapmislar. Icinde Nemolarin yüzdügü mercan kayaliklarindan, Amazon nehirlerine kadar birsürü cesit vardi. Bir de mesela 2-3 akvaryumun yaninda, akvaryumun konseptine uygun dogal sesler duyuyordun, yagmur, firtina, hayvan sesleri vs. Bu kismi cok sevdim.

Flipos ana sergilerden biri de Kanadali yerlileri anlatiyordu. Amcamin biri 1940-1960 arasi ordaki yerlileri arastirmis. Fotograflar, kullandiklari esyalar, Kizilderili portreleri. Yalniz benim sergiden gördügüm kadariyla Kizilderili kardeslerimiz (onlarin da Türk oldugunu iddia ediyoruz ya, yakinlik duydum:) 60'lara kadar gayet rahat, kendi düzenleri ve yasam bicimleri icinde yasamislar. En azindan öyle göründü bana. Amerikada oldugu gibi bi asimilasyon olmamis mi acaba Kanada'da?

Sonra müzenin baska kisimlarina gectik, yagliboyalar, portreler, mekan resimleri falan. Ay cok sikildim bunlardan. Herkes de hep ayni seyi yapiyor. Gercekten 3-4 müze gezdikten sonra benim icin cok cekici bir yani kalmadi resim sergisi gezmenin, ki ben resim yapmayi da yapani da severim. Van Goghlari, Dalileri görmek hala etkileyici tabi. Ama ayni seyleri yapan Avrupalilari cekemiycem daha fazla. Gercekten insanlarin hayatini, nasil yasadiklarini anlatan sergiler daha cok hosuma gidiyor.

Bu müze kültürü ve aliskanligi da stajimin kattiklarindan :)

- Rüyamda Karaburundaki evimizden penguenleri izliyordum :) Bir sürülerdi, annem de bana kiziyordu "Penguenler denizdeki direkler durdukca hep ordalar (bu ne demek bilmiyorum), onlari birak da gel su foklari izle" diyordu. Italyanlardan biri de yorum yapti. Penguenler sonsuz askla bagdastirilirlarmis, cünkü bir penguen esini buldugu zaman hayatinin sonuna kadar onunla kalirmis, sonsuz monogami yani. Ben de her an hayatimin askini bulabilirmisim :))

- Patronum tatilde, cok mutluyum :) Departmancak cok mutluyuz aslinda. Ben hayatimda bu kadar detayci ve mükemmeliyetci bir insan görmedim. Onunlayken isler uzuyor da uzuyor. Her zaman mi elestirecek birsey bulunur ya. Ama beni sevdi galiba. "Terrible" dedigi bir isi 2 günde "Excellent"a cevirdim, hizima hayran kaldi :)) Kendisi bana hic söylemedi ama beni gelmis gecmis en iyi stajyer olarak görüyormus, onu ögrendim, o yüzden de mutluyum :) Anlamasi zor, genelde gicik ve hep olumsuz elestirileri söyleyen olumlulari kendine saklayan biri de olsa cok sevidigim bir yani var. Adam sürekli birseyler ögretme cabasinda. Toplantidan toplantiya da kostursa yine stajyerlere zaman ayirip en ufak seyi bile uzun uzun anlatiyor. Beni hic takmayan bir patronum olmasindan da böyle karisik, insani yoracak kadar detayci ama bana birsey ögretmek icin cirpinan biri olsun, cok daha iyi.

- 1 aydir bitmeyen Tayvan ülke profilini sonunda bitirdim. Bi süreligine az isim var. O yüzden isteyken bile böyle uzun uzun yazabiliyorum.

-Yeni staj ve is aramalarina basladim, gözünüze carpan bisey olursa beklerim.

- Su maddeleme harika birsey. Hicbirseyi birbirine baglamak zorunda kalmiyorsun. Zamandan efordan tasarruf :)