11 Kasım 2009 Çarşamba

This is it !!!



Sihir gibiydi. Gerçekten o şovu anlatabileceğim tek bir kelime olsaydı hiç düşünmeden sihirli derdim.

Michael Jackson fanatiği olan nesli 5-6 seneyle kaçırdım. Kendisinin hayranı değilim. Ya da değildim, her an olabilirim. Ve filme de tamamen tesadüf eseri gittim, takım aktivitesi. Yoksa aklımdan bile geçmiyordu.

Ama film, belki de belgesel demek daha doğru, başladığı andan itibaren büyüsüne kapıldım. Inanmak nasıl güçlü bir duygu tekrar anladım. Bir insan birseyi gerçekten hissederek yaparsa nasıl ilahlaşır, ölümsüz olur, gördüm. O konserin gerçeğini görebilecek imkanım ve bugünkü MJ bilgim olsa gidebilmek için elimden geleni yapardım.

Şarkılar, danslar, sahne, hazırlanan videolar, insanların bakışları, duruşları, duyguları, hepsi o kadar fazla ve o kadar gerçek ki. Aynı zamanda o kadar da olağanüstü. Ama o sahnede herşeyin gerçek olduğuna inanabilir insan. MJ gerçekten zombilerle dans edebilir, bir kepçe tarafından yutulabilir, görünmeyen bir ceketi yakabilir. Hersey sahnedeki MJ'la gerçek olabilir.

Iste bu yüzden, gördüğüm birçok fantastik filmden bile daha fantastik bir belgeseldi bu, daha doğrusu konser hazırlığı. Eğer gerçekleşseydi, en az önümüzdeki 20 yıl unutulmayıp konuşulacak bir konserin hazırlığı.

Insan bedeninin yapabileceklerini sınırsız gibi düşündüm o anda. Yapılan danslar ve MJ'in sesi. O yaratıcılık ve her konuya hakimiyet. Adam danslardan, ışığa, müzisyenlerin kareografisinden, arka plandaki videolara kadar herseyin peşinde, hepsine hakim. Ve o ne derse herkes katılıyor. Ama bu hayır diyemedikleri için değil, adamın söyledikleri doğru olduğu için.

Sahnede devleşmek diye birsey varsa işte bu aynen o. Filmi izlerken 51 yaşındaki, burnu düşmüş, incecik kalmış, o kısa boylu MJ benim için dünyadaki en karizmatik ve seksi adamdı, gerçekten :))

Film boyunca yüzümde sürekli bir gülümseme vardı. Hissettiğim şeyse derin bir hayranlık ve heyecan. O çalışmayı, inancı, güveni ve azmi takdir etmemek mümkün değil. Ve merak etmek, bir sonraki şov ne, bu konsepti bu şarkıya nasıl bu kadar iyi uydurabilmişler, bu adam bu yaşta bu hareketleri nasıl yapıyor vs. vs.

şu anda içimdeki gaz duygusunun ne kadar fazla olduğunu anlatamam. Herşeyi yapabilirim gibi geliyor. Çünkü o adamların sahnede mucize yarattıklarını gördüm.

2 saatlik, tam anlamıyla bir motivasyon filmiydi. Al bölümlerini, istediğin toplantıda motivasyon, takım çalışması, inanç, işine kendini verme, hakimiyet, yaratıcılık, liderlik, profesyonellik vs. vs. konulu eğitimde göster. Hala AIESEC'te olsam bir sonraki kongrenin konsepti belliydi, "This is it!"

Neden bu kadar etkilendim bilmiyorum. Belki de olağanüstü şeylerin gerçeğin bu kadar içinde var olabileceğini gösterdiği için. Harika ve sihirli 2 saat geçirdim. şimdi MJ'nin tüm şarkılarını indirip tahminen önümüzdeki 1 ay kesintisiz dinliycem. Rüyamda da MJ'la Iskoçya'da konser verdiğimi, hem dansçısı, hem gitaristi, hem vokali olmak olduğumu görmek istiyorum. ilgili makamlara duyurulur :)

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Kisa kisa 2

Kisa kisa yazma isini sevdim. Birbirinden alakasiz konulari yazmaya devam ediyorum :)

- Mellanycim gitti :( 2 ayri farewell yaptik kendisine. Cok eglendim, cok üzüldüm. Su stajin sana kattigi en önemli sey ne deseler Mellany derim yani, o derece sevdim kendisini :) Muhtelif mekanlarda Mojitolar icerek basladigim geceyi, Ladies Nightta bedava sampanya gazoz karisimi bi ickiden kac tane ictigimi hatirlamayacak derecede sarhos bitirdim. Uzun zamandir ofise aksamdan kalma gelmemistim. Beyoglunda icip, Emine Anada 1. kahvaltimizi yapip, 6da GM ofisinde pis battaniyelerimize sarinip yatip, 9da kalkmak ne rahatmis meger.

- Harry Potteri izledim ama pek sevmedim. Normalde kitabi yazildiktan sonra filmi cekilen eserleri severim. Yani film kismini da severim. Bi Yüzüklerin Efendisi olsun, Bridget Jones olsun, Peter Pan'in onlarca versyonu olsun hep sevmisimdir yani. Ama Harry Potter'da olmuyor bi türlü. Kitaptaki her detay bana cok önemli geliyo, e tabi bu da filmde görünmeyince olmuyor. Ama bu sefer ki baskaydi, daha kötüydü. Koskaca kitapta sanki sadece liseli ergenlerin ask hikayesi anlatilmis. Dumbledore'un yüzügü yok ederken cektikleri yok. Voldemort'u 1 kere görmedik, duymadik, filmin en kötü karakterini kassalar Draco yapicaklar. Bu bölümde Harry Snape'ten kuskulanip duruo, tüm kitap nerdeyse bunun üstüne kurulu anca 2-3 sahne var bunu anlayabildigimiz. Koskoca Dumbledore ölüyor anca bahcede yatarken görüyoruz onu, tüm sihir alemini yasa sokan biraraya getiren cenazesi yok. Tek sevdigim yani görsellikti. Bu teknik konularda uzman degilim ama bence baya etkileyiciydi görsel efektleri. 3 boyutlu izlesek süper olurdu diye düsündüren Quditch sahneleri (daha dogrusu tek 1 sahne) vardi. Ask hikayesi yapmislar yani guzelim kitabi.

Bu arada benim kadar gercekci bir insanin (ben öyle görüyorum kendimi, siz ne dersiniz bilemem) bu fantastik dünyayi nasil bu kadar sevebildigini anlamiyorum.

- Ice Age 3 cok güzeldi. Gülmedigimiz tek bir an hatirlamiyorum desem yeridir. Sid, favori karakterim, tüm sapsalligiyla ortadaydi yine. Kiz sincapsa tam bir kurnaz kadin havasindaydi. Ben cok sevdim :)

-Cumartesi gecesi ERASMUS partisine gittik. Adamlarin kaldigi ögrenci evinin alt kati evin kendi diskosu. Erasmus da böyle güzel bi ortam yani. Denemek lazimdi vaktinde ama kacirdik firsati.

-Gözünü sevdigim Akdeniz insani. Yok böyle bir iklim, böyle bir davranis bicimi baska yerde. Partide 2 Italyan kizla tanistim ve 2 günde Almanlarla 2 ayda katettigimiz yolu astik kendileriyle :) Eee tabi kan da cekiyo :) Süper vakit gecirdik.

- Dün yine müze gezilerimiz devam etti. Landesmuseum'a gittik bu sefer. Birbirinden alakasiz birsürü sergi vardi. Bir kisminda baliklar ve böcekler vardi, canli canli tabi. Süper akvaryumlar yapmislar. Icinde Nemolarin yüzdügü mercan kayaliklarindan, Amazon nehirlerine kadar birsürü cesit vardi. Bir de mesela 2-3 akvaryumun yaninda, akvaryumun konseptine uygun dogal sesler duyuyordun, yagmur, firtina, hayvan sesleri vs. Bu kismi cok sevdim.

Flipos ana sergilerden biri de Kanadali yerlileri anlatiyordu. Amcamin biri 1940-1960 arasi ordaki yerlileri arastirmis. Fotograflar, kullandiklari esyalar, Kizilderili portreleri. Yalniz benim sergiden gördügüm kadariyla Kizilderili kardeslerimiz (onlarin da Türk oldugunu iddia ediyoruz ya, yakinlik duydum:) 60'lara kadar gayet rahat, kendi düzenleri ve yasam bicimleri icinde yasamislar. En azindan öyle göründü bana. Amerikada oldugu gibi bi asimilasyon olmamis mi acaba Kanada'da?

Sonra müzenin baska kisimlarina gectik, yagliboyalar, portreler, mekan resimleri falan. Ay cok sikildim bunlardan. Herkes de hep ayni seyi yapiyor. Gercekten 3-4 müze gezdikten sonra benim icin cok cekici bir yani kalmadi resim sergisi gezmenin, ki ben resim yapmayi da yapani da severim. Van Goghlari, Dalileri görmek hala etkileyici tabi. Ama ayni seyleri yapan Avrupalilari cekemiycem daha fazla. Gercekten insanlarin hayatini, nasil yasadiklarini anlatan sergiler daha cok hosuma gidiyor.

Bu müze kültürü ve aliskanligi da stajimin kattiklarindan :)

- Rüyamda Karaburundaki evimizden penguenleri izliyordum :) Bir sürülerdi, annem de bana kiziyordu "Penguenler denizdeki direkler durdukca hep ordalar (bu ne demek bilmiyorum), onlari birak da gel su foklari izle" diyordu. Italyanlardan biri de yorum yapti. Penguenler sonsuz askla bagdastirilirlarmis, cünkü bir penguen esini buldugu zaman hayatinin sonuna kadar onunla kalirmis, sonsuz monogami yani. Ben de her an hayatimin askini bulabilirmisim :))

- Patronum tatilde, cok mutluyum :) Departmancak cok mutluyuz aslinda. Ben hayatimda bu kadar detayci ve mükemmeliyetci bir insan görmedim. Onunlayken isler uzuyor da uzuyor. Her zaman mi elestirecek birsey bulunur ya. Ama beni sevdi galiba. "Terrible" dedigi bir isi 2 günde "Excellent"a cevirdim, hizima hayran kaldi :)) Kendisi bana hic söylemedi ama beni gelmis gecmis en iyi stajyer olarak görüyormus, onu ögrendim, o yüzden de mutluyum :) Anlamasi zor, genelde gicik ve hep olumsuz elestirileri söyleyen olumlulari kendine saklayan biri de olsa cok sevidigim bir yani var. Adam sürekli birseyler ögretme cabasinda. Toplantidan toplantiya da kostursa yine stajyerlere zaman ayirip en ufak seyi bile uzun uzun anlatiyor. Beni hic takmayan bir patronum olmasindan da böyle karisik, insani yoracak kadar detayci ama bana birsey ögretmek icin cirpinan biri olsun, cok daha iyi.

- 1 aydir bitmeyen Tayvan ülke profilini sonunda bitirdim. Bi süreligine az isim var. O yüzden isteyken bile böyle uzun uzun yazabiliyorum.

-Yeni staj ve is aramalarina basladim, gözünüze carpan bisey olursa beklerim.

- Su maddeleme harika birsey. Hicbirseyi birbirine baglamak zorunda kalmiyorsun. Zamandan efordan tasarruf :)

23 Temmuz 2009 Perşembe

Coldplay havasi


Iddia ediyorum, var böyle bir hava. Uzun hava gibi bi kavramdan bahsetmiyorum.
Coldplay dinlenebilecek hava kosullarini kastediyorum.
Iste bugün hava aynen Coldplay havasiydi.

Serin olsun
Azicik bulutlu olsun ama arada günes de ciksin
Bi de bazen yagmur ciselesin
Ve Coldplay calsin
Desin ki

"I was lost Crossed lines I shouldn't have crossed"

"So I look in your direction
but you pay me no attention, do you
I know you don't listen to me
cos you say you see straight through me, don't you"


"Nobody said it was easy
no one ever said it would be this hard
oh take me back to the start"


"you were an island and I passed you by
you were an island to discover"


"am I a part of the cure
or am I part of the disease"

Tabi onlar daha fazlasini söylesin ama ben bu kadarini yazayim yeter :)

25 Agustosta Hannoverde konserdeler. Biri gaza gelip benimle gelecek olsa gidiyordum, ama kandiramadim kimseyi :( Onun yerine Berlinin Ban.Ane. (Berlin Adventure weekeNd.Action Never Ends) resepsiyon turuna gidiyorum :)

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Günes gözlügü yanigiyla yagmuru özlemek ve kültür dolu bir hafta

Evet, Kuzey Almanya'da yüzümde günes gözlügümün izini cikaracak kadar yanmayi basardim :) Gündüz feneri gibi dolaniyorum ortalikta kipkirmizi, burnumun üstünde beyaz bi cizgiyle. Gecen hafta hava 29 dereceydi burda, Almanya kendi rekorunu kirdi heralde. Ve ben yazin ortasinda yagmuru özleyecegimi hic düsünmezdim ama özledim, hem de cooook. Sicagi hic cekilmiyormus buranin. Ama yagmur basladi tekrar:) serinledi yine ortalik. Burasi böyle güzelmis, hafif bulutlu, genelde yagmurlu.

Bol kültürel aktiviteli bir hafta gecirdim. Carsamba gecesi tiyatroya gittik. Burda Ingilizce aktivite bulmak hic kolay degil. O yüzden bulunca kacirmayayim dedim. Üniversite grubunun oynadigi Lysiastra diye bir oyun. Ingiliz aksani kullanan bir grup Ingiliz Dili ve Edebiyati bölüm insani. Oyunda Atina ve Sparta arasindaki savasi bitirmeye karar veren kadinlar, taktik olarak kocalariyla sevismemeye karar veriyorlar. Bir süre sonra cildiran erkekler baris antlasmasini gecikmeden imzaliyorlar :) Müzikal sayilabilecek, cok eglenceli, güzel bi oyundu.

Oyundan sonra da Almanyanin meshur Biergärten'larindan (bira bahcesi) birine gittik. Kültürel sohbet orda da devam etti, ve ben 3 yasindan itibaren müzeye gitmeye baslayan Almanlarin yaninda cok ezik kaldim :( Tebrik ediyorum bu anne babalari valla. Bizimkiler beni o yasta müzeye götürmeye kalksa eminim onun yerine denize ya da parka gitmek icin herseyi yapardim. Almanya da "Entellektüellerin ülkesi" olarak bilinirmis, bunu da yeni duydum.

Bu ezikligin verdigi motivasyonla pazar günü müzeye gitmeye karar verdim. Ama ondan önce Schützen Feste gittik. Silah aticilar festivali denebilir Türkce olarak. Pazar günü bandolarin sehirde gecit röreni vardi. Onu izlemeye gittik. Ev ahalisinden bir Ispanyol ve onun Koreli arkadasiyla. Ukraynali stajyer yine son anda satti, hicbiyere cagirmiycam bundan sonra onu. Oldum olasi sevmisimdir bandolari. Onlari izlerken ilkokulda okul bandosuyla Kordonda yaptigimiz resmi gecitler geldi aklima. Teyzeler amcalar pencerelerden hep el sallardi bize, ne gururlanirdik ama. Müzik ögretmenim o zamanlar benim bandonun sefi olmami istemisti. Hani su elinde kocaman sopayla bandoyu yöneten kisi. Ama o sopa benim boyum kadar oldugundan tirsmis, ben flüt calmaya devam edeyim demistim. Pisman oldum sonradan ama cok gecti tabi artik.

Neyse sonuc olarak 100'den fazla grubu izledik. Iclerinde at arabalari, itfaiyeler, askerler, Iskoclar, cheerleaderlar, engelliler, Amerikan futbolu oyunculari, eski kraliyet zamanindan kalma kiyafetler icinde olanlar bile vardi. Karman corman bir gruptu yani ama güzeldi, sevdim ben. Telefonumla fotolar da cektim cok cok ama bilgisayarim nedense aktarmiyo fotograflari bir türlü. Mellany de yakin zamanda gidiyor, o yüzden bir dahaki maasla fotograf makinesi almam lazim :)

Gecit bitince biz de ayrildik ve ben History Museuma dogru yola ciktim. Müzenin önüne seyyar biracilar standlarini acmislardi oraya vardigimda. Aldim elime 1 € ya kocaman birami, karsidaki cesmenin yanina oturdum, kitabimi okudum. Tam Avrupai bir manazaraydi. Birayi yarilayinca barmen abi geldi üstünü de tamamladi :) Keyfim yerindeydi yani.

Müze de, herseyin Almanca olmasinin disinda cok güzeldi. Basic-good seviyesi arasinda gidip gelen Almancamla herseyi okumaya kalktim, 3 saatte ciktim müzeden :D
Genel notlarim söyle:
-Müze adindan da anlasilabilecegi gibi ana olarak Hannover'in tarihini anlatiyor. Bunu yaparken de sehrin ana 2 tane markasi var onlari kullanmislar; Hanomag (traktör) ve Continental. Eski arabalar, motorlar, at arabalari, evlerin 20li 30li yillardaki görünümü, sehrin fotograflariyla bence basarili bir konseptti.
-Ana serginin yaninda sürekli degisen konular da vardi.
-Ilki Gut Grün, Güzel Yesil.Aslinda bunun icin gitmistim ama bekledigim gibi cikmadi. Hannoverin kücük bahcelerini anlatan cok önemli olmayan bir sergiydi.
-Ikincisi Gayler ve Lezbiyenler sergisi. Bu baya ilgincti cünkü Hannoverdeki yasam tartzlarini anlatiyordu, yani direk sehre yönelikti. Büyük ihtimal 28 Haziran günü icin acilmisti. Rengarenk bir hava katmisti müzeye.
- Sonuncu da (en cok sevdigim)politika sergisiydi. 50-70 arasini, o zamanlarda yapilan protesto posterleriyle anlatmislar. Grup toplantilari, grev cagrilari, zamanin meshur müzik gruplarinin konserlerindeki konusmalari ve fondan gelen dönem sarkilariyla cok basarili bir sergiydi.

Yani kültürel aktivite dolu bir hafta gecirdim. Bu haftada Mellany'nin gidisi ve yeni stajyerlerin gelisi bahaneleriyle parti dolu bir hafta olacak galiba :)

Ilgisiz Not: Benimle Dans Eder misin'i izledim. Neden Ebru Akel sunuyor ya bu programi. Konusmak yerine bagiriyor, kurdugu cümleler sacma sapan, kiyafet igreeeeenc. Pembe dümdüz kumasin üstüne sari karton baglamislar. Valla insanin programi izliycegi kalmiyor.

2 Temmuz 2009 Perşembe

Bu sefer is dünyasindan haberler

Kötü politika haberlerinin arasina sikismis, kücücük kalmis da olsa güzel haberler de olurmus, sabah cayini icerken seni sevindiren, „vay be neler yapmislar“ dedirten.

Kardelenler CNN’de. Turkcell’in CYDD ile beraber 2000 yilindan beri sürdürdügü Kardelenler projesi, gercekten amacina ulasmis sinirli CSR projelerimizden. Kanalin ödüllü yönetmeni Ivan Bouso cekmis belgeseli. 1 Temmuzdan itibaren Türkiye’de yayinlanmaya baslamis, yakin zamanda da Avrupa’da gösterilecek.

Önceden tamamen yabancilarin baskin oldugunu düsündügüm PC pazarinda Türkiye’de bir Türk markasi almis yürümüs. Ben isterdim ki o marka Vestel olsun ama degil (Vestel de benim gibi sadik müsteri, gönüllü elci bulamaz kendine :)). Yapilan bir arastirmaya göre Türkiye’de en cok bilinen PC markasi 7 yildan beri Casper, ve evet, Casper bir Türk markasi. Rapora göre Casper’n bilinirlik orani %29.7, 2. sirada olan HP sadece %7 de, sonra da Toshiba geliyor %5.9 la. Yani Casper acik ara fark atmis. Sadece bilinen degil, ayni zamanda en sevilen bilgisayar markalari arastirmasinda da yine Casper 1. sirada. Türkiye resmen resesyona girerken Casper 2009’da %30 büyümüs. Bravva diyorum ve devamini merak edenlere link veriyorum.

Hamburg’da otobüs duraklarina bir reklam konmus. Panoya baktiginizda kapkara bir arka plan üzerinde mutlu bir cift görüyorsunuz, adam kadinin omzuna elini atmis, ikisi de gülüyor, altinda da bir yazi ”It happens when nobody’s watching”. Tam siz kafanizi cevirip ”Ne ki bu” diye düsünürken birden ekran degisiyor. O panodaki mutlu adam kadini cilginlar gibi dövmeye basliyor. Sen birden tekrar bakiyorsun panoya ne oldugunu anlamak icin, ve yine ayni sahne, ikisi de mutlu. Reklamin mesaji acik ”Siddet kimsenin gözü önünde degil, hep kapali kapilar arkasinda gerceklesiyor”. Tabi ki hicbir mankafa bu reklami görüp bilinclenmeyecek, akli basina gelmeyecektir. Zaten reklami yayinlayan Amnesty Group’un da bu asamadaki amaci reklamin siddeti durdurmasi degil, aile ici siddetle mücadele etmede onlarla beraber calisacak gönüllülere ulastirmasi.





Icten ice kopuyorum bu corporate dünyadan. Yardim edilmesi gereken o kadar insan, yapilacak o kadar iyilestirme varken, daha cok motor, daha cok telefon, daha cok herhangibisey satmaya calismak bana anlamsiz geliyor. (Sirket benim olsa neyse:)

Ilgisiz not: Oksitoksin Hormonu insanlarin birbirlerine baglanmasini sagliyormus. Hayvanlarla iliskilerde de salgilaniyormus ayni hormon. Cocuklarinla göz temasi kurdugunda veya köpeginle bi süre oynadiginda bu hormonun kanindaki miktari %25 artiyormus. Yani birini sevdikce bu hormonu salgiliyorsun, salgiladikca daha cok seviyorsun :)

25 Haziran 2009 Perşembe

Kisa kisa

* Kücük Avrupa gezimiz bitti :( Hersey süperdi. Paris güzeldi ama cok benlik degil. Sade insanim ben basit seyleri severim daha cok. O kadar yüksek binalar, büyük meydanlar, süslü caddeler güzel görünse de pek bana hitap etmiyor acikcasi. Ayrica o kadar güzelligine ragmen Paris dendiginde aklima gelen ilk seylerden biri artik cis kokusu olucak.

Amsterdam’sa tek kelimeyle harikaydi. Sehir insanlariyla beraber özene bezene yaratilmis resmen. Herkes her zaman evinden kendisine iyice bi ceki düzen verip cikiyor herhalde. Sokakta bile herkes schik (almanca klavyenin azizligi). Mekanlar düzenli, evler süslü ama abartili degil. Kirmizi kücük tuglalar, mavi catilar, yamuk duvarlar :) Amsterdam’da favori bir evim bile var artik, alicam bigün orayi :) Gezerken bir sürü sey vardi aklimda yazarim dedigim ama simdilik bu kadar. Aaaaa bir de Endonezya mutfagindan yerfistigi soslu tavuk harika, mutlaka yenmeli.

Fotograflar Facebook'a yüklendi, merak edenler ordan bakabilir.

* Amsterdam’da dogruluk derecesi belli olmayan bir tartiya göre geldigimden beri 4 kilo almis görünüyorum. Bunun dogru olmamasi icin sadece dua etmek yeterli olmuyo ama, biseyler yapmak lazim. Cok fazla oturmaya basladim yine.

* Paris’ten dönüp Almanya sinirina girdigimizde sevindim icten ice. Özlemisim buralari. Galiba iyice benimsiyorum artik Almanyayi ve Hannoveri. Almanlari “benim insanlarim” diye niteledigime göre artik tam bir gurbetci oldum sanirsam.

* Temmuzda 3 tane yeni stajyer geliyor :) Spordan baska birseyle ilgilenmeyen manyak Ukraynali’dan sonra umarim bunlar eglenceli olurlar. Beklentim yüksek biri Romanyali biri Polonyali. Kizlari eglenceli olur buralarin.

* Ercan burdayken Aleks’le de takildik baya (bilmeyenler icin Ercanin patronu), Genel Merkez dönemimin ilk aylarina heyecan katan kisi hatta :) Cok acaip bir adam. Tam bir gurme, keyif düskünü, eglenceli, cok konusmayi seven, cidden cok yer görmüs cok sey yasamis ve yasadiklarini da anlamis, haybeye yapmamis yani biseyleri. Cok sey de ögrenilecek bir insan, Ercan sansli valla (Kendi sansini kendi yaratmis muhabbetine de girerdim burdan ama o apayri bi konu). Ben de insan sarrafi olmusum. 2 günde ne cözmüsüm adami :)

* Rüyamda Kemal Kilicdaroglu’nu gördüm. Istanbul Büyüksehir Belediye Baskani olmustu kendisi, ama birileriyle kavga edip duruyordu. Gündemi bi 3 ay ilerden takip ediyor galiba bilincaltim.

10 Haziran 2009 Çarşamba

Rüya

Cilgin rüyalarim geri döndü, cok mutluyum. Bu rüyalar konusunda biraz takintiliyim. Acaip rüyalari sadece ben göreyim istiyorum. Bana gelip “Cok degisik bir rüya gördüm dur anlatayim” derseniz bilin ki size dinlemeye önyargili basliycam. Kendi kendime “eminim benimkilerden acaip degildir” diye düsünücem. Bu yüzden istemeden de olsa ilgisiz davranabilirim, simdiden özür dilerim :)

Rüyalari Ingilizce anlatmak zor is. O yüzden burdan paylasayim bari. Selmi, özellikle senin icin yaziyorum, eminim rüyalarimi sen de özledin :)

Ruyamda bir adadayim. Adaya birkac kisi berber gidiyoruz ve gittigimizde görüyoruz ki bir grup korsan adada yasamakta. Ama ada aslinda bizim adamiz. Biz korsanlarla tanisip dost olmaya calisiyoruz ve oluyoruz da. Bize gayet iyi davraniyorlar. Arkadasimiz gibi. Ama ben bir gün kendi aralarinda isaretlestiklerini görüyorum, adayi alicaz, kalelerini havaya ucurucaz tarzinda. Bizim de insnalarimizn kalani adanin aciklarinda bir gemide. Ertesi gün ordan 2 kisi geliyor botla. Onlari ben karsiliyorum adaya geldiklerinde ve hemen olayi anlatiyorum. Nedense icimde bir his var, konusmaya baslamadan „umarim siz de onlardan degilsinizdir“ diyorum. O zamanlarda yaygin bi durum gemicilerin korsanlarla isbirligi yapmasi. Ben konusmami bitirince bunlar susuyorlar ve siritiyorlar. Ben nolur onlardan olmadiginizi soyleyin diyorum nolur. „Belki de sandigin kadar kotu birsey degildir korsan olmak“ diolar ve anliorumki onlar da korsanlarla beraber.

Sonra sahne degisiyor.Bir arabada oturuyorum. Yanimiza bir cift gelior. Kucaklarinda da bebekleri var. Ama cok kücük. Bebegi bana uzatiyorlar, benim avcumun ici kadar. Bebek gidip dolasmak istior, ben tulumundan tutup kaldiriyorum uzaklara gitmesin diye, yakina cekiorum. En sonunda kaldirip elimin üstüne koyuyorum, sanki elime bir ugur bocegi konmusta ona bakar gibi, aynen öyle bakiorum ben de bebege. Minicik bukleleri var ama cidden minicik. Burgu makarnanin minyatür hali gibiler. Ama gözleri kocaman, siyah büyük gözler. Arabanin camindan disari bakmaya basliyor. Disarda adanin parki gibi bi alan var. Parkta da heykeller var, minik fil heykelleri bir sürü. Onlar da bizim kizin boyutuna gore hazirlanmislar. Minik agaclar, hersey minik. Kiz merakla onlara bakiyor ama biz disari cikamiyoruz cunku korsanlar heryerde. „ne kadar güzeldi adamiz“ diye düsünüyoruz, „ne kadar mutluyduk“.
Sonra bizzden olup korsanlarla isbirligi yapan adam gelior. Bebegi kaybettiklerini sanmis birileri, ailesi herhalde, elinde cep telefonu bir yandan „yok, bulamiorum“ diyo bi yandan ariyo. Benim karsima geliyo ben bebegi gösteriorum. Elimin üstündeki bebek o kadar kücük ki, bi süre görmuo bile bebegi. Sonunda gördügünde „tamam“ diyo „merak etmeyin, gülsendeymis bebek“. Bir an rahatliyor herkes, ama korsanlarla beraber kaleyi ucurucaklarsa bilioruz ki bizi ve bebegi de öldürecekler. Nasil yapicaksin diorum o anda ben. Bütün bunlara herseye herkese ve bebegi gösterip ekliorum, ona nasil kiyicaksin.

Sonra yine sahne degisior. Bizim insanlarimiz, sira sira olmus bi yere gidioruz. Bize cabuk olmamizi söylüyolar. Sahneyi ordan goren biri korsanlarin sonunda bizi yakaladigini dusunecektir. Basimizda da korsanlarla isbirligi yapan bizim adam var. Acele edin diyo asagi inin ve eklio merak etmeyin hersey iyi olucak. Megerse biz siginaklara iniyomusuz ve bizim adamlar sonunda korsanlarla savasmaya karar vermisler. Orda bitior rüya. Savasi, catismayi ya da kurtulup kurtulmadigimizi görmüyorum. Buna da kendimce bir sebep buldum. Bana gore önemli olan savasin nasil gecicegi kazanip kazanmamamizdan öte insanlarimizin bizimle beraber olmasi, korsanlari birakmsaydi. Sonunda birlik olmamiz yani, o anda kapimin onunde birilerinin konusmaya baslamasi ve benim uyanmam degil :)

Ilgisiz not: Dün okudum cok hosuma gitti:
“They had, from an early time, made up their mind that, society was, luckily, unintelligent, and the margin that this gave them had fairly become one of their commonplaces.”
Henry James (from The Beast in the Jungle)

(Can't) Skate by Night

Su anda bahcede, elimde kahvem, hafif yagan yagmur esliginde keyif yapiyorum. Hava cok güzel. 18 derece ama bence bu Izmir'in 34 derecesinden cok daha iyi :))

Her cesit sporun düskünü Almanlar belli araliklarla "Skate by Night" denilen bir aktivite düzenliyorlar. 200 kisi gece 21:00'den 01:00'e kadar Hannover caddelerinde beraber paten yapiyor. Paten konusunda uzman oldugumdan degil ama Brezilyali arkadasim cok gitmek istediginden, bu aksam biz de gittik aktiviteye. Daha metroda baslamisti patenci kalabaligi. Biz de kalabaligi takip edip olayin basladigi mekani bulduk.


Pateni olmayanlar icin ödünc alabilme imkani da vardi. Tabi 35 numara ayaklara sahip biri olarak kendime uygun numarayi bulamayacagimi biliyordum. Kendimce akillilik yapip yanima bir cift daha corap aldim ki 36 numara patenleri giydigimde rahat olayim. Ama gittigimizde patenler cilgin gibi kapisilmisti ve kalan en kücük numara 38'di (kücüge bak be). Mellany (Brezilyali arkadasim) gayet motive oldugundan onun hevesini kirmiyim dedim, bi deneyelim.

Daha ilk ayakta durma calismam yanimdaki banka sarilip oturmamla sonuclandi. Mellany elimden tuta tuta beni biraz gezdirdi, durumum biraz idare ederdi ama o 38 numara kocaman patenler ayagimda gitgide büyümeye baslamisti, agirlastikca agirlastilar. Tam ben baby steplerle ilerlerken görevli bir amca geldi yanimiza. Bu sirada kafile coktan yola cikmisti bile. Amca bize siniri sinirli "Cabuk olun bize yetisemeyeceksiniz, acele edin" dedi. Amcanin bagirmasi, zaten gitgide azalan motivasyonumu iyice düsürdü. Ama baslamistim bi kere, denemeden birakmak olmazdi.

Dizliklerim, üstümde tura katilanlarin giymesi zorunlu olan XXL Tshirtum, ayagimda bana hayli hayli büyük oldugu belli olan patenlerimle, bir elimden de Mellay tutmusken eminim 12 yasinda falan görünüyordum. En sonunda kafileye yetisme umudumuz kalmadan parkin etrafinda dolanmaya karar verdik. Aslinda hersey güzel gidiyordu. Ama yolun biraz egimli olmasi, bizim hizlanmamiz ve karsidan karsiya gecmemizle hersey bozuldu. 2 saniye icinde erkek olmadigima tekrar sükretmemi saglayan bir olay yasadim. Karsi kaldirima ulastigimda beni durdurabilecek teksey belime kadar uzanan bir direkti. Benim direge tutunmamla gövdem durdu ama ayaklarim devam etmek istiyordu. Sonuc olarak kendimi yerde, bacaklarimi diregin etrafinda ikiye ayirmis otururken buldum (erkek olsam halim gercekten cok kötüydü :)) Ben yerde otururken Mellany de cöp kovasina tutunmus anca durmustu. Ben kendi kendime kalkamayinca Türk oldugunu düsündügüm bir abi yardimima kostu, beni kaldirdi ama giderken "bilmiyosaniz yapmayin" diye laf sokmayi da eksik etmedi kendisi.

Bu artistik gösterinin ardindan biz baslangic noktamiza döndük. O kadar kasmanin ve kayicaz diye cirpinmanin ardindan bizi mutlu eden tek birsey vardi. Kocaman tshirtlerimizi alirken bize icecek bileti vermislerdi ve istediginiz zaman kullanin dediler. Baslangic noktasina dönücek, agir patenlerimizi cikaricak ve birer birayla hafifliycektik. Ama hüsranimiz burda da devam etti. Megersem biletler sadece turda verilen mola da enerji icecegi almak icin kullaniliyormus.

Sagsalim geri döndük ve patenlerden, kus gibi spor ayakkabilarima gectim. Yarindan itibaren yüzme havuzlarini arastirmaya basliyorum, bundan sonra sadece iyi oldugum sporlari yapicam :)

4 Haziran 2009 Perşembe

Cok sakin bu sehir cok

Bir sehrin en kalabalik oldugu saat 07:00 olabilir mi? Bahsedilen sehir Hannover'se kesinlikle evet. Bu sehrin insanlari sabah erkenden kalkip islerine gidiyorlar. Iste o zaman her yer canli, civil civil; kafeler, tren istasyonlari, sokaklar... Her yerde kahve kokusu, mis gibi :) Ama ben sabah insani degilim iste. Bir gözüm acik bir gözüm kapali yürüyorum sabah tren istasyonuna kadar. 5 dakika erken kalkip evde kahvalti yapmaya üseniyorum.

Sonra ben trende sandivicimi yerken, yine yari uyur vaziyette, Hannoverliler sabah sohbetinde oluyorlar. Yasli genc farketmiyor, bunlar tamamen tepki insanlari. Konusmalarin yarisi "Neeeee, nöööööö, ütz, stümt stümt" gibi tepkileri gayet yüksek sesle vermekle geciyor. "Nolur sessiz olun azcik" diyesim geliyor bazen. Ne zaman uyandiniz, kendinize geldiniz de bu kadar enerjiksiniz. Ben sorsam bunu, cevabin su sekilde geleceginden eminim:
"Ooooo ben kalktim, dusumu aldim, kahvaltimi yaptim. Köpegimi de gezdirdim bisiklete binerken". Ama saat daha 07:30, süpermen misin sen, uyumadin mi hic ?!

Ben ancak trenden inip Hameln'de otobüse binince kendime gelebiliyorum. Biraz sabah serinliginden ama daha cok söför amcanin sohbetinden :) Ise gittigim ilk günden beri nerdeyse hep o kullaniyor bizim otobüsü. Herkes de hep ayni saatte ayni otobüse bindiginden nerdeyse tüm yolculari taniyor. Amcam söför koltugundan güler yüzüyle "Hallloooooo. Wie gehts dir heute?" dedigi zaman, ben de kendime geliyorum ancak. Yarim yamalak Almancamla degisik bir muhabbete basliyoruz amcayla.

Almanlar hakkinda yanlis bildigim birsey daha. Cok olmasa da soguk insanlar olduklarini düsünürdüm genelde. Ama söför amcadan sonra, isyerinin kapisindan girer girmez bitmeyen bir selamlasma basliyor herkesle. Sabahlari tanidik tanimadik herkesle morgenlasiyoruz, öglen meitzeitlasiyoruz (böyle mi yaziliyor bu bilmiyorum), sonra schön taglar, abendler, wochenendeler derken koridorda oldugun her an konusmak zorunda kaliyorsun. Arkandan bile sesleniyorlar bazen sirf selam vermek icin.

Sira geliyor calismaya. Iste bu noktada kötü birsey var. Cok seviyorlar herseyi uzun uzun anlatmayi. Kesesim geliyor bazen laflarini, kesiyorum da arada, dayanamiyorum. Tamam diyorum anladim ben olayi, konusmayalim bu kadar cok, bir baslayalim yapmaya gerisi gelir nasil olsa. Cok abartiyorum galiba bazen. Bir kac kere degisik kisiler özür diledi benden, "uzattim galiba biraz" diyerek. Kötü bu huyum biliyorum, ama cok konusmak da kötü. Ortasini bulmamiz lazim.

Sonra saat 6 oluyor. Ben artik süperim, kendimdeyim, enerjigim bu sefer de herkes ortadan kayboluyor. 8'de bosaliyor sehrin sokaklari, herkes evine cekiliyor. 8'de süper havali arabalarini, 2 kisilik spor cabrio BMW'lerini, Alfa Romeo'larini evin önüne parkediyorlar. Sadece ise gitmek icin mi aldin o arabayi, yazik degil mi?Perdesiz evlerinde, ayni samdanlarin altinda benzer yemekleri yiyorlar hepsi. Biliyorum cünkü bakiyorum evlerin icine yolda yürürken dayanamayip. Bir de cöp posetlerine. Sacma olabilir bu biraz ama bir o kadar da ilginc. Bu gelismis ülkede geri dönüsebilen cöpler hep sokaga atiliyor, cöp kovasina degil. Posetlerin icinde de hep ayni kutular var, ayni gazeteler, ayni ambalajlar.

Tamam, yilda en az bir kere istedigin ülkeye gidiyorsun tatile, arada da tenis falan oynuyorsun, ama fazla bence bu kadar huzur, sakinlik, dinginlik. Allahtan cumartesileri var da biraz hareketleniyor ortalik. Simdi yatcaz kalkcaz yatcaz kalkcaz, cumartesi olucak, cilgin Alman gruplarinin konserine gidicez :))

29 Mayıs 2009 Cuma

Sabah Haberleri

Bugün tüm gazeteler icimi kaldirdi. Kahvaltida yedigim bol kremali cöregin üstüne bu haberler gercekten hic gitmedi. Ne zaman bu kadar kötü olduk, kör olduk... Kötü oldugumuzu bu kadar acik ve neredeyse tesvik eder derecede göstermeye ne zaman basladik... Bu kadar gösterime ragmen nasil bakar kör durumuna geldik... Nasil hala bu haberleri okuyup gecebiliyoruz sadece...

Dünyayi kahreden 50 tane savas, aclik, afet, kisacasi bile bile lades ölüm fotografi, bir sürü psikopat cinayet haberi, hicbir sekilde dokunulamayan kötülerle bu sabaha hic iyi baslamadim.

Iyi ki uzaylilar var (?) 101 yil önce kendilerini dünyaya carpacak meteorun önüne atip bizi kurtarmislar. Sagolsunlar.... Ama onlar bile tahmin edemezdi bence bu kadar cirkinlesebilecegimizi. Bilseler bugünü, o gün eminim "Degmez bu dünyalilar icin" der, meteora belki el sallar gecerlerdi, tabi elleri varsa. Kalpleri ve beyinleri varmis ama belli, bizimkinden daha etkili ve senkronize calisan.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Kusbakisi Hannover

Hannover´i en bilinen özellikleriyle anlatmak gerekirse öne cikan detaylar sunlar;



  • Hannover Avrupa´nin en yesil kenti. Gercekten de sehrin icinde yururken kendinizi ormanda gibi hissedebiliyorsunuz burada. Zaten kentin icindeki yesil alan büyüklügü bakimindan da 1. Yani Istanbul veya Izmir´le kardsilastirdigimizda burada dogayla baya ic ice yasiyorum. Bu kadar sanayilesmis bir sehir hala nasil bu kadar yesil hayret ediyorum.

  • Hannover tam bir fuar kenti. Tam emin degilim ama Hannover Messe (Hannover Fuari) alan bakimindan dünyanin en büyük fuari. İzmir fuar alaniyla karsilastirmam gerekirse herhalde bi 3-4 kati vardir. Her yil uluslararasi bircok fuar düzenleniyor burda. Benim geldigim ilk hafta “Uluslararasi Endüstri” fuari vardi. Endüstriyel otomasyon alaninda calisan bir firma oldugumuzdan biz de katildik tabi ki fuara (is konusundan ilerleyen bölümlerde bahsedicem). Ben de 1 gün fuarda görevliydim. Harikaydi; büyüklügü, düzeni, insanlarin ilgisi cok hosuma gitti.


  • Nüfus 1 milyondan biraz fazla. Karsilastirmak gerekirse Istanbul´dan yaklasik 12, Izmir´den de yaklasik 3 kat kücük bir kent. Klasik Alman düzeniyle heryer aksamlari 7-8´de kapaniyor. Pazarlari ise hic acmiyorlar. O yuzden burda herkes Cumartesi günü kendini alisverise vuruyor.


  • Burada ulasim cok kolay. Belki diger sehirlerde de öyledir, bilmiyorum. Öncelikle sehir dümdüz, tekbir yokus yok, yeditepeli istanbul´dan sonra burda bir yere yürüyerek gitmek cok kolay. Ben de vakit buldukca öylesine yuruyorum bazen, bi yere gitmeyi amaclamadan . İkincisi de tren, metro, otobüs hepsinin belli bir saati var. Dakikasinda geliyorlar duraga. Gelmezse anliyorsunki saatin yanlis (gecen gun boyle bir durumda otobüsümü kacirdim). Birden fazla ulasim araci kullanman gerekse bile genelde birinin arkasindan hemen öbürüne biniyorsun cok beklemeden. Bu da kolaylastiriyor bircok seyi.

  • Herkes spor yapiyor. insanlarin cogu ya bisiklete biniyorlar ya da patenle kayiyorlar. Burada cesir cesit bisikletler var. ise gidenlerin katlayip rakatca trene metroya sokabilecekleri modeller, sirtüstü yatar vaziyette kullanilanlar, arkasinda bebek kafesi takili olanlar, kisalar... Yaslilar bile bisiklete biniyor, 80 yasinda teyzeleri cok gördüm bisiklet tepesinde. Ya da ise giden kadinlar, etekler topuklu ayakkabilarla :) herkes mutlaka ya kosuyor ya yürüyüs yapiyor. Ben de kosmaya basladim ama kaytarmak icin her bahaneyi kullaniyorum tabi ki :)


  • Hannover 2. Dünya savasinda tamamen yikilmis. Sehir resmen yok olmus ve daha sonra yeniden insa edilmis. Bircok eski binayi aslina uygun sekilde tekrar yapmislar. Genelde yerlesim ve sehir plani güzel ama savastan hemen sonra acil eve ihtiyac oldugundan o aceleyle berbat binalar da yapmislar. Onlar biraz görüntüyü bozuyor simdilerde. Sehrin farkli zamanlardaki hallerini gösteren maketler var belediye binasinda. Savastan sonraki durumu gösteren makette sadece yikik binalar var. görüp üzülmemek, savaslara lanet okumamak da mümkün degil.



  • Sehrin ortasinda Maschsee denilen baya büyük bir göl. var. Ben dogal göl oldugunu saniyordum ama megersem degilmis. Hitler vaktinde Hannovere gelmis. Bakmis buralarda hic recreational alan yok, issizlikte o zamanlar cok. Demis ki “buraya bir göl yapicaz, kazmasi küregi olan alsin gelsin, 1 gün calisana da 1 tas yemek vericez”. Böylece sehrin en güzel yerlerinden birini yapmislar. Gölde rüzgar sörfü bile yapiliyor. Baya büyük yani. Hava güzel oldu mu herkes kendini oraya atiyor, bikiniler sortlar, bingil bingil göbekler (öghhh, kötü bi manzara gercekten).

30 Nisan 2009 Perşembe

To live will be an awfully big adventure

Cocuklarini Hook´un elinden kurtaran Peter onlarla beraber evine döner ve iste o zaman kurar bu cümleyi.

“to live will be an awfully big adventure”

Bircoklarinin bilmedigi sey J. M. Barrie´nin orijinal kitabinda Peter´in aslinda “to die will be an awfully big adventure” dedigidir. Wendy´le beraber Hook´tan kacmis, fakat denizin ortasinda kucucuk bir kayada kalmislardir. Peri tozlari olmadigindan ucamazlar. Tam o sirada kayip bir ucurtma belirir üzerlerinde. Ucurtma ikisini birden tasiyamayacagindan Peter Wendy´yi ucurtmaya bindirip yollar ve kayada tek basina kalir. Iste o zaman kurar bu cümleyi. Her zamanki gibi biraz acimasiz ve fazlasiyla cesurdur.

Barrie´nin 1904´te yazdigi ilk hikayeden sonra, farkli zamanlarda bircok oyun ve hikaye yazilmis, filmler cekilmistir Peter Pan´le ilgili. Dünya bu 100 yil icinde degistikce hikayeler de degismis, o zamanki tarihsel olaylara ayak uydurmus. 1904'te yazilan hikayeden 2002 yapımı Return to Neverland filmine kadar cinsiyet, ırk ayrımı, aile kavramı konusundaki gelişmeler eserleri sasirtici bir bicimde etkilemis.
(Merak edenler linkten devamini okuyabilir. )
“to die “ dan “to live”e giden degisim de 91 yapimi Hook filminde olmus. Aile kavramini öne cikarmak ve babayla oglu tekrar birlestirmek isteyen Spielberg, Peter´i evine döndürmüs ve bu cümleyi yazmis.

Cocuk romani sayilan Peter Pan, artik bircoklari tarafindan “kazik kadar” olarak degerlendirilsem de bu ve bunun gibi bircok farkli sebepten dolayi, benim hep kahramanim oldu. Hala okudukça ve izledikçe tekrar tekrar hayran olur, güler, ağlarim. 22 yaşında olmama rağmen 3 arkadaşımı zorla ikna edip "Peter Pan Buz Üstünde" gösterisine de gitmişimdir. Hikayenin en sevdigim 2 kismini burda anlatmazsam olmaz :)

1. Perilerin ortaya çıkış hikayesi: Ne zaman yeni bir bebek doğsa o bebeğin ilk gülüşü binlerce küçük parçaya ayrılır ve her bir parça bir peri olur.

2. Ne zaman bir insan perilere inanmadığını söylese bir yerlerde bir peri ölür. Cocukların perilere inanmadığı ve bu yüzden Tinkerbell'in neredeyse öldüğü sahnede ağlamış ve yaşaması için deli gibi ellerimi çırpmışımdır. (yine izlesem yine yaparım)

Büyümeyi reddeden, buna ragmen tüm kayip cocuklarin sorumlulugunu üstlenen; ölmek üzereyken bile cesur olabilen, kendi golgesiyle bile kavga eden :), bir yüzügü öpücük sanabilecek kadar saf Peter benim hep kahramanim oldu. Bu yüzden bu harika hikayeyi yazan Barrie bunu hic duyamayacak olsa da ona cok tesekur ederim :)

29 Nisan 2009 Çarşamba

Kac zamandir bloglarin arasinda geziniyorum. Daha önce hic merak bile etmedigim konularda cilgin seyler ogrendim, hic tanimadigim insanlar acaip konulardaki engin bilgi ve tecrube birikimlerini hic tanimadiklari benimle paylastilar ve bu, onlari bilmem ama benim cok hosuma gitti. Umut Sarikaya gibi dedim ki „benim de soyleyeceklerim var“, ben de yazmaliyim.

Ama ne zaman gaza gelsem bir soru durduruyordu beni.
„Neyi yazicam?“
Cevap benim icin basitti, “herseyi”. Ama okunan bircok blog gostermisti ki insanlar tutarliydi, bloglarinin belli bir konseptleri vardi,bazilarinin amaci, yazilari arkasi yarin tarzinda bile okunabiliyordu. Benimse aklima gelenler hep karisikti, hep bir ordan bir burdan. Aldigim notlarin biri algilama yonetimi ile ilgiliyse ondan sonraki sicak sarap tarifi ondan sonraki Tulin Sahin´den maske onerisiydi. Herseyi bir cerceveye oturtmak, mumkunse siniflandirmak isteyen beynim, bu kadar cesitli konuyu bir blogta paylasmami reddediyordu. Mantikli sinirlar cizmem lazimdi bloguma, yazmaya baslamadan once.

Bugün ilk basta korkutucu sonradan rahatlatici bir sekilde farkettim ki benim beynimin genel calisma sekli bu. Biraz karisikti, hep biraz düzensizdi ama bence normaldi. sonunda kendi dengesini buluyordu ve “tanimlayamadigim seylerin verdigi sikinti” disinda simdilik bir sorun yaratmamisti.

Kendimce, kendi kendimi cözmenin verdigi rahatlikla artik ben de blog yazmaya basliyorum.